İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

Issız bir yerdi işte. Uçsuz bucaksız boşluk ve üzerinde yeni yükselmiş, ürkek-yalnız bloklar. Başka da hiç ama hiçbir şey yoktu, kırlardan ve çayırlıkların sonsuzmuş gibi göz alan düzlüklerinden başka.  

Bu bloklardan birinin balkonları pembedendi, diğerininki maviydi. Sarı blok da kırmızı kiremit çatısının dışında sapsarıydı. Kibrit kutuları gibi birbirleriyle yan yana sıralanmışları da vardı, arkalarında yan çevrilerek yükseltilmişleri de. Bazılarının balkonları ortaktı. Uzun balkondan geçilerek evlerin giriş kapıları bulunuyordu. Birbirinin aynısı kahverengi kapıların ardında bambaşka hayatlar yaşanacaktı zaman ilerledikçe.

Daha evleri hangisiydi, henüz kura çekilip de belli olmamışken annesinin kucağında bebek kardeşiyle, alt kattaki pembe balkonlardan birinde babaları Zenitt marka deri kılıflı fotoğraf makinesiyle, onların “gelecekteki yuvamız” fotoğrafını çekmişti.

 Kendinden biraz küçük kardeşiyle yan yana, kurdeleli tepe saçlarıyla koyu rengiyle gizemli yuvarlağa bakarak gülümsemişlerdi. Annelerinin boynundaki inci kolye de göz alıyordu, gülümseyen güzel dudaklarının arasındaki dişleri gibi. Silik pembe zeminin üzerine silik, ama iri mavi çiçek desenli emprime elbisesiyle kucağındaki bebek kardeşlerini ana şefkatiyle tutmuştu siyah beyaz fotoğrafta.

O ev sonra Aynurların olacaktı. Karşı daire ise Taciser teyzelerin. Taciser teyzelerin üst katı da onlara çıkmıştı kura çekiminde. Kendi balkonları pembeden nasibini almamıştı ama kırlık bölgenin tamamını görebilen açısıyla ve makul yüksekliğiyle en güzel konumlu blokun ruhu ferah dairesiydi.

Yaşamaya başladıkları mevsimlerden yaz sonbahara, sonbahar kışa evrildi yavaş yavaş. Okul kırlıkların epey uzağındaydı, henüz yürüyenlerin ve inşaatın açtığı yolun dışında yol yoktu ve lastik çizmelerle çamurla ancak baş edebiliyorlardı. Lastik çizmeler de çelimsiz bacaklarının çektiği ayaklarından çamur lökünün ağırlığından çıkıp da balçığın ortasında kalmazsa eğer.

Yaz cıvıltısı bitmiş, yavaştan gelen kışın sessizliği kendini hissettirmeğe başlamıştı. Sobalar kurulmuş, erken kararan havanın soğuyla kapılar bacalar kırlara, çayırlara bir bir kapanmıştı artık.

Yeşil çiniden silindir, döküm ferforje oymalarıyla pek süslü odun sobasının çıtırtılı harı da ışığı da, uçsuz bucaksız ormanların kokusu da gönüllerinde iyiliğin, hoşluğun, lezzetin, eğlencenin, coşkunun, gönencin simgesi olarak kalacaktı. 

Henüz ne zaman bağlanacağı belli olmayan elektrik yerine gaz lambalarının aydınlattığı masa başı ödev zamanlarından sonra özenle el marifeti rafa yerleştirilmiş minik deri kılıflı radyo, kâinatın seslerini onlara getiren en değerli konuktu. Dededen kalma Siemens özenli maun kutu bekleye dursundu bir köşede.

Defterler kitaplar toparlanıp, beşiğin son kez sallanıp pişpişlenmesinden sonra yatmağa hazırlanıyorlardı ki, gece bastıracak kar fırtınasıyla okulların kapalı olacağı haberini veriyordu bir erkek sesi, sihirli kutudan.

Cama üşüşüp, sıcağı soğuğa kaptırmamak için, özenle anneleri tarafından çekilip sıkı sıkıya birleştirilmiş perdeyi araladılar hemen. Gözlerine inanamadılar, gördüklerine de…Koyu karanlık, beyaz pamuklarla süsleniyordu. Olanca boşluk, olanca kırlık-çayırlık, olanca sessizlik sepetler dolusu tüyle savruluyor, titreşiyordu balkonlarının ötesinde. Balkon da tanelerin hepsini büyük bir cömertlikle buyur edip kol kanat geriyordu adeta. Birbirlerinin üstüne kapana kapana soluklarını verip derin uykuya geçiyordu narin çelimsiz tanecikler. Ama birbirlerini öylesine bir inatla koruyorlardı ki, balkon imrenmeyip de n’apsındı yani. Hızlarını alamayıp camlı kapının önüne kadar savrulan deli doluları ise, tüh ya, hata yaptık diyene kadar su damlası oluveriyorlardı hüzünle.

Gaz lambasının feriyle cama vuran buğulu yansımalarında yüzlerindeki sevinç sonsuza dek işlenip kalıyordu işte.

Göz kapaklarını uyku düşürene dek kıvırcık kirpiklerini kırpmadılar. Zifiri gecede bıkmadan usanmadan beyazlığın yumağını sarıp sabaha uyandılar. Balkon kapanmış, yeni binanın en soğuk kısmına denk düşen tel dolaplı mutfaklarının, babaları tarafından yapılan cam balkonları görünmez olmuştu.

Sıcak çay, sütçüden alınan sıcak süt, sıcak yumurta, sobanın üzerinde de kor maşasının üçgeninde kızaran dilimlerden yayılan ömre bedel kokuyla bitmeyen ve sürgit bitmeyecek düşlerinin içindeydiler şimdi.

Ancak düşlerdeki kadar güzel hardal renkli yün eldivenlerini annesi ona vermişti, en çok o üşüdüğü için. Düz örgüden avuçlu eldivenlerin üst kısmındaki saç örgülerinin arasında zeytin yeşili minik çitlembik süslemeler, gerçeğinden daha sahici geliyordu ona. Yanlarında zarif yaprakları bile unutulmamıştı. Her bir parmağın orantılı boyutları, kahverenginden kenar dikişleriyle kibarca ama kararlı soğuğa dil çıkarma söylemiydi.

Şimdi, düşlerindeki sabahın dışarısı kısmı başlıyordu. Bir nefeste kardan kapanmış mutfaklarının altındaki bahçedeydiler. Ne bir yükselti ne bir çukur vardı bastıkları yerlerde. Göz alabildiğine düzlenmişti ve beyazdı her yer. Saldıklarında, solukları buhardandı, ama içlerine giren soğuk çimdikleyerek acıtıyordu göğüslerini. Burkularak, sıvışarak, gizlenip saklanarak giriyordu hava, öksürtüyordu küçücük çelimsiz bedenlerini.

Umut kendi mutfaklarının camekânından küçük bir bölümü açıp şimşir saçlı başını uzattı ve güldü kardeşlere. Daha da güldü, daha da… derken, sevinç çığlıkları atarak zıplarken elinden ışıltılı bir şey savurdu ansızın karlara. Plopp diye ses çıkardı düşen parlaklık. 

Bir kuyrukluyıldız! dedi içinden. Düşteydi. Hemen eğilip hardal renkli, çitlembik süslemeli eldivenli elini uzattı. İçi içine sığmıyordu. Kuyruğu olan ışıklı yıldız kaybolup gidecek kaygısıyla kartopu sıkarcasına koca bir yumak kopardı uçsuz bucaksız beyazdan. Açmadı avucunu. Az ileride kartopu oynayanlardan, karlara bulanıp topaç gibi yuvarlananlardan, melek olup gökyüzüne kol kanat açmış olanlardan gizlediği sımsıkı yumruğunu cebine tepiştire tepiştire sokmuştu. 

En sevdiği hardal renkli eldivenli avucunda bir kuyrukluyıldız ışıl ışıl duruyordu. Bakamıyordu heyecanından, coşkusundan. Düşünün bu harika bölümünde ise hiç mi hiç uyanmak istemiyordu. 

Kimse de yıldızı ne görmüş ne de peşine düşmüştü. Onlar kendi beyaz düşlerinde sessizliğe inat sevinç çığlıkları atıyorlar, düşüp kalkıyorlardı.

Bir tek Umut… Parıltıyı toz beyazlığın üzerine bıraktığı eli boşlukta öylece kalakalmıştı. 

Kola bilekten tutunan beş parmaklı minik avuç açılıp kapanıyordu. Belli ki, umarsızca istiyor da istiyordu. Anlamsız sesler çıkarıyordu ama konuşma yetisi gelişememiş çocuğun çıkardığı seslerin diğer zamankilerden bir farkı, kimse için de bir anlamı yoktu.

Düşlerde üzüntüler de olmazdı, pişmanlıklar da umarsızlıklar da… Binanın kırlıktan ayrılan köşesini döndü, giriş kapısının kuytuluğuna yaklaşınca sımsıkı kapalı yumruğunu gevşeterek paltosunun derin cebinden kurtardı. Hardal renkli, çitlembik işlemeli güzeller güzeli eldivenli elini çıkardı, heyecandan daralan soluğunu tutup kalbinin gümbürtüsünü sessizliğe saldı. Kuyrukluyıldız kayıp gitsin, hele hele parlaklığın sihri bozulsun hiç istemiyordu. Uykusundan uyanmak cam kürenin şangır şungur, tuzla buz olması demek olurdu.

İşte oradaydı!.. 

Bir sürü parlak boncuklarla bezeli, rengârenk, ışıl ışıl, göz kamaştırıcı güzellikte mini minicik bir kutu tutuyordu avuçlarında. Yumuşacıktı, bütün kuyrukluyıldızlar içindeymiş gibi, koskoca bir gökkubbe parlaklığındaydı. Artık onundu. Geri vermeyecekti. Kar düşleri, düşler kuyrukluyıldızları küçük çocuğun avuçlarından kendisi için beyaz uykulara bırakılmıştı. Ta içinin derinlerinden yüzüne vuran sıcaklıkla bir solukta merdivenleri tırmandı, içeri girdi. Hardal sarısı çitlembik işlemeli sırılsıklam ıslanmış eldivenlerini sobanın üzerine bıraktı kurusunlar diye.

Camları buzdan kristal çiçekler açmış odasına girdi, kutuyu sakladı. Derin bir soluk aldı. Genzine bir yanık kokusu belli belirsiz sızdı. Yün gibi, saç gibi kokuyordu.

Koşarak sobanın üzerindeki hardal rengi eldivenleri kaptı. Çitlembikler yapraklarıyla gülümsüyorlardı ama avuç içleri tümden yok olmuştu! Sakladığı yerden bir daha asla düş kutusunu çıkarmadı. Kutu da içindekiler de hep onun oldu. Taciser teyze bir bayram oturmasında, “Umut benim cüzdanımı atmış,” dedi.

***

Aralıklı minik taşlarla süslü zincir kolyesini uzun aradan sonra, ansızın takılarını koyduğu gül ağacından minik dolapçığın, minik yastıklı çekmecesine geri konmuş bulduğunda yine kış uykusu- düş zamanıydı.