“Şimdiki aklım olsa” diye konuşmaya başlayan büyükler, çocuklar için büyük bir muammadır. Aklın geçmiş zamanı, henüz kendi geçmişi olmayan çocuklar için akıl alacak bir kavram değildir. Şimdiki zaman, insanın geçmişi oluştukça önem kazanır ve süresi her gün daha da kısalır.  İnsanların “şimdiki aklı olsaydı” değiştirmek isteyeceği kararları 30 yaşından itibaren birikmeye başlar. Orta yaştan sonra sadece gerçekçi insanlar bu konuyu dert etmeyi bırakır. Bazen de çok genç yaşta vermiş olduğumuz bazı kararların ne kadar doğru olduğunu ancak şimdiki zamanda görebilir ve kendimizle gurur duyarız. Sayısı çok olmasa da vardır bunlardan birkaç tane. Benim mikroskopla ilgili kararım böyledir.

         Her şey lise biyoloji kitabında gördüğüm o DNA sarmalıyla başladı. Bu, 20. yüzyılın en önemli bilimsel buluşlarından biri olan çift iplikli DNA sarmal modelinin siyah-beyaz, bulanık bir fotoğrafıydı. Lisenin sayısal bölümündeki (o zamanlar biz ‘fen’ derdik) birçok öğrenci için sınavda çıkacak bir sorunun yanıtı olan o molekül beni büyülemişti. Dakikalarca o fotoğrafı seyretmiş, genetik biliminin, dolayısıyla insan uygarlığının bu büyük başarısı sayesinde hayatın sırrını çözmek konusunda büyük bir adım atıldığını düşünerek -abartmıyorum-heyecandan nefesim kesilmişti. Tıpkı sesine âşık olduğum Cat Stevens ile gözlerine bayıldığım Tarık Akan’ın fotoğraflarına bakar gibi DNA sarmalına baktığımı anımsıyorum. Bu arada DNA sarmalının keşfi nedeniyle Nobel ödülü alan -üçü de erkek bilim insanları: Watson, Crick ve Wilkins’e acayip hayran olmuştum. Daha sonra öğrendim ki, bu üç adam, aynı bilim ekibinin içinde yer alan önemli kadın biyofizikçi ve kimyager Rosalind Franklin’i* kadın düşmanlığı olarak anılan cinsiyetçilik hastalığıyla yok saymışlardı. Rosalind Franklin, 1958 yılında, henüz 37 yaşındayken muhtemelen X-ışını kristalografisi çalışması yaparken radyasyona maruz kaldığı için yumurtalık kanserinden ölmüştü. 1962 yılında üç erkek bilimci: Watson, Crick ve Wilkins DNA çalışmalarından dolayı Nobel ödülü alırken bilim kadını arkadaşları Franklin’in adını bile anmamışlardı. Buna, kimi çevreler ölmüş kişilerin ödüle aday gösterilemeyeceği nedenini gösterseler de ben bilim alanında kısa süre çalışmış biri olarak, kadın olduğu için Franklin’in hakkının yenildiğini düşünüyorum.

         Her ne olursa olsun bugün bilim çevreleri, DNA çalışmaları üzerinde Rosalind Franklin’in önemli katkıları olduğunu ve öncü çalışmalar yaptığını artık kabul ediyor. İşte bunları öğrenmek benim bir bilim kadını olmak hevesimi daha da arttırmıştı.*

         Çocukken astronot ve denizaltı kaptanı, daha sonra sırasıyla Afrika’da çalışmak üzere doktor, Anadolu’yu gezmek için rehber ve dünyayı gezmek için de diplomat olmayı ciddi ciddi düşünen bendeniz, lise sondayken canlılarla ilgili araştırma yapmak istediğimi, çıplak gözle görülemeyecek kadar küçük mikroorganizmaların merceklerle büyültülerek incelenmesini sağlayan mikroskobun benim gelecekteki hayatımda hem araç hem de anlam olarak ciddi bir önemi olacağını belki de sezmiştim!

“Şimdiki aklımla” düşününce, astronot olup uzayın görünmeyenlerini, denizaltı kaptanı olup denizlerin bilinmeyenlerini keşfetmek isteyen o çocukla, Afrika’nın haberlere konu olmayan hastalarını tedavi etmek ve Anadolu ile dünyanın kültürlerini öğrenmek hevesindeki gencin mikroskoba ilgisi arasında bir ilişki olduğunu görebiliyorum. Mikroskop çıplak gözle göremediğimiz veya önemsiz saydığımız şeylerin aslında görünenlerden daha büyük ve önemli olabileceğini ortaya çıkartır. Benim meslekî hayalperestliğim karşısında hevesimi kırmayan annemle babam, “farklı bir kız” olduğumu kabul etmiş olmalılar ki, bana karşı çoğu zaman hoşgörülü oldular. Bunun benim için çok ama çok büyük bir şans olduğunu, ancak kız çocuklarına meslek seçimi ve evlilik konusunda baskı yapan ailelerin o çocukları kendi istemedikleri hayatları yaşamaya mahkûm ettiklerini görünce anlamıştım.

Lise bittiğinde genetik, ekoloji gibi hayat bilimlerini kapsayan biyoloji alanında bir meslek seçmeye artık kararlıydım. Fakat çok önemli bir sorun vardı: 70’li ve 80’li yıllarda Türkiye’nin en gizemli sorusu (!) “biyolog nedir ve ne işe yarar?” idi. Saygın iki meslek olan öğretmenlik ve laborantlıkla karıştırılan biyologların ne işe yaradığını ancak Norveç ve Amerika’da bu alanda yüksek lisans yapmaya gittiğimde gördüm. Bilim sayesinde geleceğin sağlık, uzay, teknoloji alanlarında öncü olan biyologlar, Batı’da, araştırmalarıyla büyük değer gören bilimcilerdi, hâlâ öyledir. Bizdeyse hâlen süren “Korona Pandemi” süreci, bilimin ve (mikro) biyologlarla virologların değerinin gerçekten farkına varılmasını kısmen sağladı, diyebilirim. Yani, “Haydi kızlar! Biyolog, ekolog, çevrebilimci olun, bilimci olun!” demeye çalışıyorum.

         Üniversiteye başlarken biyolog olmak konusunda kararlıydım ama Türkiye’deki tek elektron mikroskobunun Hacettepe Üniversitesi’nde olduğunu öğrenmiştim. Bu demekti ki, ben mutlaka orada okumalıydım. Efsane virolog Prof. Altan Günalp’in kurduğu biyoloji bölümü Türkiye’nin en iyisi olarak biliniyordu. O yıllarda liseyi dereceyle bitirenleri Hacettepe Üniversitesi hemen kabul ediyordu, ben de dereceyle mezun bir öğrenciydim. Böylece önce Hacettepe Üniversitesi’ndeki biyoloji, sonra farklı kıtalardaki üniversitelerde mikrobiyel ekoloji, toplum ve çevre sağlığı, su teknolojisi ve çevre mühendisliği bölümlerinde okudum, çalıştım. Hepsinde hep mikroskobum vardı. Yıllar sonra yazdığım “Tabiat Dörtlemesi” Su, Toprak, Hava ve Ateş romanlarının ana karakterlerinden eczacı ve şifacı Umay Nine’nin serasında bir mikroskobu, bahçesinde de bir teleskobu olması bir tesadüf değildir yani. Eğer ben de onun gibi 85 yaşıma kadar yaşarsam, hiç kuşkusuz benim de mücevherlerim o ikisi olacak.

         Beni bir yazar ve gezgin olarak tanıyanlar için bu yazı sürprizlerle dolu olabilir. Okurlar benim hayatımdaki en önemli araçların bilgisayar, tablet, dolmakalem, defterler, trenler ve tabletler olduğunu duymayı beklerken mikroskop, hatta elektron mikroskobu olduğunu okuyunca hayal kırıklığına uğramış olabilirler. Oysa yazıyla ilişkim öyle organik ve doğaldı ki, onsuz yaşamayı hiç düşünmediğim için zaten o konuda bir plan bile yapmaya gerek duymamıştım. Yazmak; daha doğrusu hikâye kurmak ve insan karakterleri analiz etmek eylemi çocukluğumdan beri -özellikle edebiyat düşkünü annemle aramızda kurduğumuz oyunlar sayesinde- hayatımın nefes almak kadar bir parçasıydı; yani yazarlık bir meslek değil, günlük varoluşun olağan akışı içinde doğal bir eylem, yapılması gerekli bir işti. Hâlâ öyledir.

         Bitirirken bir önerim olacak; ne yapın edin, hayatta mutlaka saç telinize, bir yaprağa, bir sineğe, bir su damlasına mikroskopta bakın. Dünyaya bakışınız değişebilir. Çünkü mikroskop sadece mikroskop değildir.

*Meraklısı için not: 1968’de yazılan Çift Sarmal adlı eserde, Rosalind Franklin neredeyse kötü bir insan olarak tasvir edildi. Sadece geçen 15 yıl içinde Franklin’in DNA alanındaki devasa katkıları kabul edildi ve onurlandırıldı. Bugün onun adını taşıyan birçok yeni araştırma tesisi mevcut; özellikle kadın araştırmacılara verilen burs ve araştırma hibeleri onun ismiyle onurlandırılıyor. Ref: wikipedia