Marianne van den Boomen’ın “Hacking Barbie in Gendered Computer Culture” başlıklı makalesinde, öncelikle Barbie bebeklerini feminist bir bakış açısından olumlayabilmek mümkün müdür sorusu üzerinde durulmuştur. Bebeklerin, çeşitli meslekleri temsil eder şekilde piyasaya sürülmesi, kadının özel alan dışına çıkma yönündeki kazanımı için bir işaret teşkil etse de bunun için çizdiği sınır gereği olumlanması pek mümkün görünmemektedir. Dikkat çekmesi gereken ilk nokta, bebeğin uzun yıllar boyunca değişmeyen, aşırı zayıf ve uzun bacaklı vücut yapısı olmalıdır. Bu durum, “society’s unrealistic beauty standarts” olarak tanımlanan güzel olarak kabul görmenin koşulunu da oluşturan bir ayrımın kök noktasıdır. George Gerbner, yetiştirme veya diğer adıyla kültivasyon kuramında medya üzerinden bir tarif sunmuştur. Ona göre, insanların toplumsal gerçekliği algılama biçimleri şekillendirilmeye açıktır. Barbie bebeklerin, kişiler üzerinde yaratabileceği etki medyayla beraber gittikçe güçlenmiştir. Kabaca bir kimlik inşasına vesile olabilecek ve Gerbner’in de ifade ettiği üzere, “bilinçliliğin kültive edilmesine” yol açacaktır. Böylelikle de, henüz kim olduğunu bile bilmeyen çocuklar, bir yargılama kıstasının içinde bulacaktır kendini (Özçetin, 2019, s. 128-132).

Judith Lorber’ın olimpiyat oyunları için verdiği örneği hatırlayalım. Nasıl ki, bu tür müsabakalar erkeklerin becerileriyle doğru orantılı olarak inşa edilmişse; bu durumu gündelik hayatın pek çok alanında da bulmak mümkündür (Lorber, 1993). Teknolojik gelişmeleri ele aldığımızda da, geçmişte pek çok kadının isminin üstünün karalandığına veya salt mucit erkeklerin yardımcısı veya “prensesi” olarak aksettirildiğine rastlayacağız. Küçük yaşlardan itibaren daha teknik oyuncakların eline tutuşturulduğu erkek çocuklar, büyüdüklerinde de yine pek çok alanda kendini daha avantajlı bir konumda bulacaktır. Erkek çocuklar için yatkınlık ve beceriler dünyasının kapısını açmaya niyetli oyuncak sektörü de yine kız çocuklar için domestik oyalanma araçları üretmeye devam edecektir. Bahsettiğim kültivasyon tam da küçük yaşlardan itibaren başlayan bir süreçtir.

Gerbner, kültürel çevrenin inşa süreci için üç hikâye tarzından bahsetmişti: şeylerin nasıl işlediği, şeylerin nasıl olduğu ve ne yapılması gerektiği (Özçetin, 2019). Bunları medya üzerinden tarif etmiştir fakat ekseni kaydırdığımızda bir kimlik inşa süreci olarak da ele almak pek tabii mümkündür. Gerçekten bir tohumun ekilmesiyle eşanlamlı olarak kullandığı kültivasyon kavramı, kadın-erkek ayrımının da öncesinde kız çocuk-erkek çocuk ayrımına kadar uzanabilmektedir. Yetiştirme kuramından bakmaya devam ettiğimizde, şeylerin işleyişine ve genel olarak varlığına dair kavramayı henüz bir “tohumken” absorbe edeceklerdir. Bu nedenle de, gerçeklikle olan ilişki kız çocuk açısından son derece köşeli ve keskin şekillenecektir. Olması gereken vücut yapısı, seçmesi gereken meslek, sevmesi gereken renk…

Toplumsal açıdan bakıldığında da, bu ilerde sınırları biraz olsun genişletilecek ama yine de her bağlamda sınırların var olacağı bir dünyanın hazırlığıdır. Kültivasyon vesilesiyle yaratılan da zaten bu sınırları dahi fark etmeyecek, çok erken bir zamanda yerleşerek irdelenmeyecek olağanlığın kabulüdür.

 

  • “Çok aptalca şeyler yapmak zorunda kalırız. Çocukluğumuzdan beri.”

Bu bakışla ele aldığımızda Elena Ferrante’nin romanından uyarlanan Maggie Gyllenhaal imzalı The Lost Daughter (Kayıp Kız) filminin öyküsünün önemli bir parçası haline gelen oyuncak bebeğe odaklanmak gereklidir. Leda’nın, Nina’nın kızı Elena’nın elinden ayırmadığı ve onsuz uyumayı dahi reddettiği oyuncak bebeğini sessiz sedasız alıp saklaması önceleri çözümsüz bir bilmeceyi andırmaktadır. Bir yandan, küçük kızın adeta saplantı haline getirdiği bebeğin yarattığı kaos devam ederken bu durum gitgide çözümsüz kalacakmış şekilde ilerler. Leda’nın bebeği neden alıp sakladığı ise temelde gençliğini izlediğimiz flashback sahnelerinde çözüme dair imalarda bulunur. Leda, toplumun stereotipleştirdiği anne figürüne hiçbir zaman uygun olmamıştır. Bunun nedeni için kötü bir eşe sahip olması ya da sadakatsizlik gibi altı boş sebepler sunmaktansa sadece anneliğin totolojik bir yaklaşımı olmadığını açıklamaya çalışır. Annelik ve anne oluş sadece domestik gereklerin yerine getirilmesi neticesinde karşılık bulur ifadesindeki sorunlu yanı onarmak niyetindedir. Çünkü ne her küçük kız çocuğu oyuncak bebeğiyle oynamak için diretmek istemektedir ne de anne olmak dünyanın en kutsal mesleğidir. Leda, oyuncak bebeği alarak ve hatta zaman zaman onunla yüzleşmeye çalışarak geçmişe dair pişmanlıklarını irdelemektedir. Sonunda kızlarıyla ilişkisinin aslında yolunda olduğunu telefon konuşmasından anlarız. Portakal kabuğunu tek seferde, kırmadan soyma metaforu da insan hayatındaki engebelere işarettir. Her anneden beklenen temelde bu mükemmelliktir. Leda’nın aldığı küçük yaranın ardından tekrar kendine gelmesi, kabuğun kırıldığı bir andır. Bu anın ardından kızlarıyla telefonda konuşur ki onları dinlemeye hazırdır. Kırıldığı anın ardından kendini onarmıştır. Hiçbir kadın ve anne mükemmel olmak durumunda değildir. Kaybedilişlerimize, ismimizin üstünün silinişine dair geliştirdiği yaklaşımla oldukça yararlı bir bakış açısı geliştirmekten geri durmayan bir film.

Filmin anne-kız ilişkisini ve yaşanan travmatik durumu oyuncak bir bebek üzerinden işlemesi önemli bir noktaya parmak basmaktadır. Bir annenin kız çocuklarıyla ilişkisini ve hatta kendiyle yüzleşmesini oyuncak bebek metaforuyla ilerletmek, kültive edilen ve edilmeye devam eden “kız çocuk” çerçevesini göstermektedir. Filmde Dakota Johnson’ın hayat verdiği bir diğer annenin de toksik maskülenitenin bir hayli hissedildiği bir aileyle anneliği arasında sıkışıp kaldığına şahit oluyoruz. O kendi arzularının peşinden gidecek güçte olmadığı için Leda’ya karşı bir hayranlık da besliyor. Yazının başında kültivasyon olarak bahsettiğimiz “öğretilmiş çaresizlikler” filmde izlediğimiz kadınları ya çerçevelerin içine hapsetmekte ya da çıktıkları anda yaftalamaktadır. Leda’nın ailesini terk ettiği dönemde kendisini çok iyi hissettiğini söylemesi son derece olağandışı bir ifadedir çünkü anneliğin getirilerini bir görev olarak öğrenmemişizdir. Oyuncak bebekler, kız çocuklarının eline verildikleri gün aynı zamanda onların annesi olma oyunu oynanmaya başlar. Temelde filmdeki küçük kız da kaybettiği oyuncak bebeğin annesidir. Daha doğru bir ifadeyle oyuncak bebeklerle kız çocukların ilişkisi tamamen bir kültivasyon olarak ele alınabilir. Erkek karakterlerin bu krizin çözümünde ön planda olmamaları da dikkat çekmektedir. Bunun nedeni bu sorunun yalnızca kadın ve annelerce çözülmeye itilmesidir. Yani ister oyuncak bir bebek olsun ister portakalın şerit halinde soyulmasını isteyen çocuklar olsun sorumluluk kadınlara aittir. Filmde kültivasyonun kademelerini bu yolla adım adım görmek mümkündür.

Neticede alınan yaraların ardından kadının kendi kendine kavuştuğu yeniden doğma ve kurtuluş anı ise umuda açık bırakılmış bir kapıdır.

Kaynakça

 

Boomen, M. v. (2007). Hacking Barbie in gendered computer culture. R. Buikema, & I. v. Tuin içinde, Doing Gender in Media, Art and Culture (s. 193-207). Abingdon : Routledge .

Lorber, J. (1993). Believing is Seeing: Biology as Ideology. Gender and Society , 568-581.

Özçetin, B. (2019). Kitle İletişim Kuramları; Kavramlar, Okullar, Modeller. İstanbul: İletişim Yayınları.