Kapitalizmin krizlerinin boynumuzdaki halkayı bir gevşetip bir sıktığını biliyoruz. Kimi zamanlarda piyasalar kesenin ağzını açar, kendimizi halüsinatif bir refah içinde buluruz. Kimi zaman da taksitle de yaşamaya hakkımız olmadığına karar verilir, barınma temel hakkı büsbütün lafta kalır.
Böyle dönemlerden birindeyiz, boynumuzdaki kement iyice sıkılaştı. Böyle dönemlerden kapitalizmin nasıl sıyrıldığını burnumuzun dibinde denemesi yapılan savaşlardan daha net kafamıza kakan bir şey olamaz.
Bize ne kalıyor peki? Bir hareket alanımız yine de var: Maruz kalan edilgen yığındansa kendisini kurmaya cüret eden, direnen özneliğe talip olmak diyelim. Direncin önemi burada işte, maruz kalan olmamanın bir çaresi olmasında. Başımıza gelenin pasif bir mağduru olarak kalma rolünün ötesine geçebilmek imkânı sunar.
Koca bir yaz yangınları, zeytinliklerini koruma derdinde meclis kapısına dayanan yurttaşlar, İsrail’in zorbalık haberlerini dinlemekle geçirdik. Belki de yurttaşlık haklarını ara ki bulasın duygusunu en derinden hissettiğimiz yazlardan biriydi.
Orman yangınlarının dört bir yandan başladığı 2021’den bu yana her yaz yangınlar karşısında kurbanlık koyun gibi bekler olduk. Muktedirin “iyi niyet”inden medet umar olduk, korunmadığımızı sandık galiba; oysa düpedüz kundaklandık.
Oysa parlamento böyle bir şey değildi, öyle öğrenmiştik. Yasaklanan grevler, hukuk güvenliğinin delik deşik edildiği yargılamalar, sahte diploma çeteleri yurttaşları yığınlara döndürdü. Ya da yurttaşın yığına dönüşmesini, hepimizin bir sabah uyandığımızda kendimizi böcek bulmamız gibi yılgınlıkla izledik.
Öyle ya, yurttaşın hakları, talepleri, yüzyıllardır kimi zaman göstermelik de olsa tartışılan direnme hakkı vardı. Hepsi bir anda buharlaşıverdi.
Fakat geride bir tortu bıraktı ki o işimize yarar bir tortuydu: Sorumluluk duygumuzun biçimlendirdiği bir toplu suçluluk galiba. Dava’nın Bay K.’sını bize bir yanıyla andıran bir suçluluk; ama özne olmanın farkına varılmasını sağlayan faydalı bir duygu bu. Her şeyin güllük gülistanlık sürmediğini bilmenin, bilincin kriz zamanlarında ayıktığını bilmenin bir verimi galiba.
Direnme hakkı, politik meşruiyet bağlamında modern devletlerin ortaya çıkmaya başladığı dönemlerde gündeme girmiştir denebilir. Felsefe tarihinde monarkların, yöneticilerin, hükümdarların nasıl olmaları, nasıl davranmaları gerektiğine dair telkin içerikli metinler zamanla yerini yurttaş statüsü kazanan insanların taleplerini hesaba katar hale gelir.
Bugün için yurttaşların taleplerini hesaba katan bir politik düzlemden ne derece söz edilebileceği, parlamentoların işlevine dair üretilen teorilerden bağımsız düşünülemese de en ufak gündelik hayatta karşımıza gelip dikiliyor sorun.
Malum, polisin yurttaşları bir süredir hepimiziz de, hepimizi hesaba katıyor mu acaba ayaklarını sürüye sürüye yürümeye çalışan temsili parlamenter sistem?
Özne olmak için kişinin kendisini özne yerine koyması yetmiyor işte, gücü olan kuralı koyuyor. Fakat bu da işin kolaycı kısmı. Kuralı koyamasa da kişi kendini özne yerine koyup eyleme geçebilir: Direniş, özne olmanın bir koşulu gibi görünür bu yüzden.
İşe yaramak dediğimiz şey hızlı sonuç veren bir fast-food menü değil elbette. Bugün olmasa da direnerek özneliğini var edenin tarihi geleceğin teminatı, sırası geldiğinde görülecek. Tarih bilinci de burada devreye giriyor işte.
Bu olan biteni anlamaya çalışırken Lysistrata’yı hatırlamak işime geldi galiba. Çünkü direnişin odağı olan kadınlar bu komedyada sadece öznelliklerini ortaya koymakla çekilmiyorlardı sahneden.
Pers işgali savuşturulduktan sonra Atina ve Sparta arasındaki savaşlar kadınların artık sabrını taşırır. Kadınlar da her ne kadar polisin yurttaşları arasında sayılmasalar da inisiyatif almaya karar verirler ve politikanın öznesi oluverirler. Kocalarını protesto eden Yunan dünyasının kadınları işte direnerek özne olurlar.
Bu kendilerine tanınmış bir “hak” değildir; kadınlar tayin edici rollerini kendilerine kendileri biçerler. Bir diğer deyişle kimsenin elinden giymezler taçlarını, alıp kendi kafalarına kendileri koyarlar.
Lysistrata bir komedya. Aslında çağının savaşlarını gayet iyi kavrayan Aristophanes’in “savaşları erkekler çıkarıyor” demediğini elbette biliyoruz da, bu metni değerli yapan, yurttaşlıktan kovulanın özneliğini kendi elleriyle alması gibi gelmiştir bana hep.
Buradan payımıza düşen de şimdilik gücümüz yettiğince bir direnme mevziinde saf tutmak.