Kendi hâlinde bir kitap kurdu. Kitaplarla Lise 1’de Kartal Lisesi’nde bir edebiyat öğretmeninin zoruyla tanışmış. İyi ki de tanışmış.
Ömrünün 2000-2006 yılları arasına denk gelen altı yılını, içinde Müge İplikçi, Elif Şafak, Murat Belge ve Fatih Özgüven gibi bolca yazarın bulunduğu İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, sonrasındaki on beş yılını da Sabancı Üniversitesi’nin Bilgi Merkezi’nde geçirmiş ve geçirmeye devam eden Özel, yıllar geçtikçe mesleğine âşık olmuş, çokça kitap okumuş, okuduğu kitapların birikimiyle de içindekilerini "BBY Haber Portalı" isimli mesleki sitede, Abbas Güçlü’nün yönettiği Türkiye’nin en büyük eğitim portalı olan Eğitim Ajansı’nda ve son olarak da Müge İplikçi’nin öncülüğünde çıkan Mikroscope dergisinde elektronik kâğıda döken biri. Öykü yazmayı da çok seven Özel, "COS" başlıklı bir öyküsü “Öykü Gazetesi”nde yayımlanınca o gün heyecandan sabaha kadar uyuyamamış.
Sabancı Üniversitesi İnsan Kaynakları biriminin organize ettiği "Hobi Atölyesi" kapsamında iki yıldır bir kitap kulübü koordinatörlüğü de yapan Özel, kitap okuma aşkını herkese bulaştırmaya kana kana and içmiş bir kitap elçisi.

“Ah Minel Hayat” adlı kitabın bir bölümünde romanlardan bir alıntı yapılır:

 

Benim yorgunluğum hayat yorgunluğu, hiçbir uykuyla çözülmez.

 

Hayat yorgunluğunu bedenimiz değil ruhlarımız çeker. Ruhu perişan olmamış insan yok gibidir. Kiminin ruhu öpücük ile kimininki de sanal bıçak darbeleri ile yaralanmıştır.

 

İnternette, “Tutunamayanlar” kitabından alıntı olduğu söylenen bazı sözler var. Bu kitabı okumama rağmen böyle bir sözün geçip geçmediğini hatırlamıyorum; ancak gerçek olmasa da çok hoşuma gittiği için ve de bu yazıya da renk katacağını düşündüğümden almak istedim:

 

– Biliyor musun Olric, benim birçok dostum var.

– Görüyorum efendimiz. Hepsinin sırtınızda izleri var.

 

Ruhundaki sanal bıçak izlerine baktığımızda pek çok insanın yeterince dostu vardır. Bu nedenle canına kastedilmiş ruhlarımızı burada tartışmıyorum. Aslında ölmüş de ağlayanı yok. Sanal ceset olmuş ruhlarımızı gömmeye ne vaktimiz var ne de takatimiz. En azından bedenlerimizi kurtaralım.

 

Altı çocuklu bir ailede büyüdüm. Anne babayla birlikte sekiz kişilik bir aile. Salonu sonradan eklemlenerek 2+1 hüviyetine kavuşsa da, aslında özgün hali 1+1 olan bir evde piştim hamken. Odalardan birini haliyle anne ve baba kullanıyor, diğer bir odayı ise üç ablayla birlikte bu yazının yazarı paylaşıyor. Salonu ise büyük abi kullanıyor. Salonu büyük abi kullanıyor derken sadece yatmadan yatmaya döşeği getiriliyor ve salondaki dörtlü koltuğun üzerine seriliyor. Etti mi size yedi kişi. Sekizincisi ise arada kalmış, oda desen oda değil, hol desen hol değil bir alanda kalıyor. Onun yatağı da akşamdan akşama açılıyor. 1+1 ve sonradan salon eklemeli evde yaşayan sekiz nüfuslu aileye bir de neredeyse her sene köyden gelip de İstanbul’da ameliyatı yapılan babaanne ya da dedenin eklenmesiyle ve onların ziyaretine gelen, hasta ziyaretinin kısası makbuldür sözünü hiç duymamış gibi davranan akrabaların da eksik olmamasıyla tam bir curcuna yaşanan bir ev. Eğer bu bahsettiğim ev, kazara ikinci katta falan olsa, kesin alt kattakilerin üstüne çökebilirdi. Bu kalabalığa nasıl bir muhtar atanmamış hayret. Bu deli saçması evi çekip çeviren anne için çocukları, bu acı hayatta yaşaması için tutunacak bir dal oluyor. Bu arada arkadaşlarım hep sorar niye annenden bahsederken “annem” değil de “anne” lafını kullanıyorsun? Cevabını ben de bilmiyordum, ta ki bir tweet okuyana kadar. Aynı durumda kalan birine de sorulmuş bu soru. Onun cevabını evrensel kabul edebiliriz. Diyor ki, “Anne, sadece benim annem değil ki, diğer kardeşlerimin de annesi. Kalabalık bir ailede anneye annem diyebilmek ne büyük lüks!

 

Ailemizin annesi bunca kalabalıkla yaşam mücadelesi verirken bir de daha henüz kendini yıkayamayan evin en küçüğü bendenizi yıkamakla da meşgul olurdu. Soba üzerinde kaynatılan bir ibrik (annemin deyişiyle yıbrık) suyun, soğuk suyla karıştırılarak çoğaltılması vesilesiyle oluşan büyük bir kazan suyla yıkanmanın tadı hiçbir hamamda bulunmazdı. Banyo bitene kadar kursi dediğimiz alçak bir oturakta otururdum ve annem de beni bir güzel yıkardı. En sevdiğim kısım ise kazanın altında kalan suyla durulanmak idi. Bu banyo keyfinin bir de kötü tarafı vardı. Sokakta oyunsuz bir günüm geçmediği için her bir tarafım yara bere olur, saklanmak istenen bu yara ve bereler, banyo esnasında gün yüzüne çıkardı. Annemin her bir morluk, eziklik, çizik ve kabuklaşmış yaralarımı görmesi durumunda, kendince verdiği mantıklı tepki, beni hep korkuturdu: “Vücuduna iyi bakmazsan, öbür dünyada Allah bunların hesabını sorar.”

 

O günlerden bana kalan mirastır bu sözler. Kulağımda paslanmış küpelere benzeyen bu kökleşmiş serzenişler, bedenime ruhumdan çok daha iyi bakmama vesile oldu. Ondan sonra bedenime hep iyi bakma gayreti duydum. İşin psikolojisi konulu eğitimini aldığımız Azmi Varol’un yaptığı gibi zaman zaman bedenime sarılıp, onu sevmeyi, hatta şımartmayı çok severim. 

 

Kay’beden ruhumuz olsun, biz bedenimizi kazanalım.