Gerçek bir öğrenme, her canlı için, eylemlerine ancak merak, neşe ve kendi doğasıyla uyum eşlik ettiği sürece açığa çıkıyor. Sanat disiplinleri, yaşamla dolaysız bağ kurmamıza, ona anlamlar üretmemize, onun çok yönlü ve çeşitli oluşunu kendiliğindenliğin eşlik ettiği bir süreçte keşfetmemize olanak sağlıyor. Mevcut sanat eğitimlerinde, anaokulundan akademiye dek eleştirel bir tutumu benimseyeceksek, kimi kavramların yürüttüğümüz yönteme ne kadar dahil olduğunu sorgulamamız gerekiyor. Benim kendime rehber olarak seçtiğim iki kavram: keşif ve istek.
Akademide teknik eğitimin hâlâ gözle görülür bir ağırlığı var. Teknik eğitim önemsizdir denilemez. Teknik, çerçevesi belli olandır; sanatların ve zanaatların kuşaklarca tekrar tekrar aktarılabilmesi için temel kanunlara indirgenmiş halidir. Öğrenmenin bir yönteme ve izleğe oturmasını sağlar. Belirsizliği gidererek sürecin öngörülebilir şekillerde ilerlemesini kolaylaştırır. Gözden kaçırdığımız şey, tekniğin yararlılığından ziyade, öğrencinin keşif alanının kullanılan teknik ölçüsünde genişleyip genişlemediği sorusudur. Çünkü sanatın en başından beri multidisipliner bir alan olduğunu göz önüne alırsak ve günümüzde farklı disiplinlerle diyaloga girmeyen bir sanat eseri üretiminin neredeyse imkânsız oluşunu gözlemlersek, keşfetmeyi kullandığı yönteme dahil etmeyen bir sanat eğitiminin çağ dışı kalacağı ortadadır.
Keşiften söz ettiğimizde, ister istemez bireysel değişkenlere alan açmamız gerekecek. Çünkü her bireyin yatkınlıkları, arka planları, algıları, beğenileri basitçe birbirinden farklı olacak. Bu durum, esasında kişiye özgüleştirilmiş bir sanat eğitimini savunmamızı gerektiriyor. Çünkü her alanda olduğu gibi sanatta da öğrenilecek şeyler neredeyse sonsuz çeşitlilikte. Her bireye aynı şeyi, aynı şekilde öğretmeyi denediğimizde belki daha eşit gibi görünen ortamlar yarattığımız yanılgısına kapılıp, aslında kapsayıcı ve kucaklayıcı bir anlayışın dışına çıkıyoruz. Bu da bireysel denemelere yer açmayan bir eğitim modeline dönüşüyor. Oysa mükemmelin kaygısında yürütülmeyen, tesadüflere açık ve “hata” diye nitelendirmelerin yer almadığı bir üretim halindeyken ancak kendi yaratıcı yanımızla karşılaşmalar yaşayabiliyoruz.
Yaratıcı süreçte bireyin kendisine “Ben ne istiyorum?” sorusunu yöneltmesi çok önemli ve üstelik bir kez cevaplayıp rafa kaldıracağımız bir soru değil bu. Eğer bir yaratıcıysak, bu soruyla her an, her yaşta, her dönüşümde tekrar tekrar karşılaşacağımızı kabul etmemiz gerekiyor. Sanıyorum işin en zor kısmı burası: Ne istediğini bilebilmek, hangi araçlar ve biçimlerle yaratmak istediğini keşfetmek. Sanat eğitmeni günümüzde ancak bu soru etrafında işlev edinebilir. Bireyin bu soruya yanıt arama yolculuğunun sadece bir eşlikçisi ve kolaylaştırıcısı olarak kendini tanımlayabilir. Bize yalnızca işin tekniğini aktaracak olan kişiler –üstelik şimdi neredeyse her tekniğin öğretimine kolaylıkla erişebildiğimiz bir çağda– kendilerini yararlı kılabilirler mi?
Teknikler öğrenilir. Gereken disiplini ve özveriyi göstererek kendi kendimize öğrenemeyeceğimiz şeyler gittikçe azalıyor. Kaldı ki sanat, her halükarda otodidakt bir süreci gerektiriyor çünkü sürecin çoğunda kendimizleyiz. Kendi otantikliğimizi ancak kendimiz keşfedebiliriz. Mevcut kabiliyetlerimiz olsa olsa öğrenme hızımızı değiştirebilir ve bize eşlik eden bir eğitmen, en iyi ihtimalle bize kendimizden çıkanları dünyayla paylaşma sorumluluğumuzu almak konusunda yol gösterebilir.
Bana kalırsa sanat eğitimi bir beceri aktarımından ziyade bir algı aktarımıdır. Kişinin yaratıcılığa bakışını belirleyen ve dönüştürebilen bir süreçtir. Bir sanat eğitmeninin teknik becerisinin yüzdesi belki önemlidir ama sanıyorum ki keskin yargılara sahip olup olmadığına bunun çok daha ötesinde önem vermemiz gerekiyor. Çünkü yaratımlarımızı paylaşmak her yaşta kırılganlık ve hassasiyet içerir. Eleştirilmeye, yorumlanmaya, beğenilmeye ya da beğenilmemeye kendini açmak çoğumuz için kolay değildir. Böylece sanat eğitimi veren kişinin kendi yaratıcı yanıyla nasıl bağ kurduğu önem kazanır. Kendine yönelik yargılayıcı ve cesaret kırıcı bir iç sese sahip olan eğitmen, akademide ya da okulda “eleştiri” adı altında sadece kıracak, hor görecek ve üstten bakışının altında nice yaratıcı ruhu sindirmeyi kendine hak görecektir.