Kendi hâlinde bir kitap kurdu. Kitaplarla Lise 1’de Kartal Lisesi’nde bir edebiyat öğretmeninin zoruyla tanışmış. İyi ki de tanışmış.
Ömrünün 2000-2006 yılları arasına denk gelen altı yılını, içinde Müge İplikçi, Elif Şafak, Murat Belge ve Fatih Özgüven gibi bolca yazarın bulunduğu İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde, sonrasındaki on beş yılını da Sabancı Üniversitesi’nin Bilgi Merkezi’nde geçirmiş ve geçirmeye devam eden Özel, yıllar geçtikçe mesleğine âşık olmuş, çokça kitap okumuş, okuduğu kitapların birikimiyle de içindekilerini "BBY Haber Portalı" isimli mesleki sitede, Abbas Güçlü’nün yönettiği Türkiye’nin en büyük eğitim portalı olan Eğitim Ajansı’nda ve son olarak da Müge İplikçi’nin öncülüğünde çıkan Mikroscope dergisinde elektronik kâğıda döken biri. Öykü yazmayı da çok seven Özel, "COS" başlıklı bir öyküsü “Öykü Gazetesi”nde yayımlanınca o gün heyecandan sabaha kadar uyuyamamış.
Sabancı Üniversitesi İnsan Kaynakları biriminin organize ettiği "Hobi Atölyesi" kapsamında iki yıldır bir kitap kulübü koordinatörlüğü de yapan Özel, kitap okuma aşkını herkese bulaştırmaya kana kana and içmiş bir kitap elçisi.

İlkkan: Tolstoy’un da dediği gibi “Saygı, sevginin doldurması gereken boşluğu doldurmak için icat edildi.” abicim.

Yılmaz: Ulan yeter be, “Şunun da dediği gibi”, “Bunun da dediği gibi”…  Sen bıkmadın mı Ersoy, İlkkan’ın bu hallerinden?

Eroy: Yılmazcım, boşuna İlkkan’a Atıf Efendi demiyorlar.

Yılmaz: Atıf Efendi neresiydi ya, Vefa’da güzelim bir kütüphane değil miydi oğlum o?

Ersoy: Yahu orası öyle de, hani makalelerde başka kaynaklardan yararlanırsın da onlara atıfta bulunursun ya, işte bizim İlkkan da ne söylese “Şunun da dediği gibi”, “Bunun da dediği gibi” diye başlıyor cümleye. Ona buna atıf verince adı Atıf Efendi kaldı.

Yılmaz: Yalnız Ersoy, senin bahsettiğin Atıf’ın başında şapka var. A’yı uzatacaksın kardeşim. Âtıf Efendi olacak o.

Ersoy: Yılmazcım o kadarına da şapka çıkaracaksın artık.

İlkkan: Ersoycum, hatırlatırım, Schopenhauer’in da dediği gibi…

Yılmaz: Ey Allahım! İlkkan! Kim abi bunlar?

İlkkan: Yılmaz! Kalbimi kırıyorsun ama.

Yılmaz: Dur be dur, sözümü kesme. Anan mı baban mı? Niye bu kadar söz ediyorsun adını bile yazamayacağın adamlardan.

Ersoy: Ben mi yazamayacak mışım?

Yılmaz: Yaz ulan şu pos bıyıklının adını? Yaz. Hadi yazsana.

İlkkan: Verin bi’ kâğıt kalem de yazayım. Al işte: Niçe

Yılmaz: Niçe mi? Tüüüühhh, Allah senin belanı vermesin. Ersoy! Bak bakayım internetten. Nasıl yazılıyormuş orijinalinde?

Ersoy: Bakıyorum… Abi, ben de yazmasını bilmiyorum ki.

Yılmaz: Ey Allahım kafayı yiyeceğim. O adamın bi’ kitabı vardı. Onu yaz bari, oradan bulursun. “Böyle buyurdu serpuşt” muydu neydi?

İlkkan: Zerdüşt abicim Zerdüşt, serpuşt değil.

Ersoy: Buldum abi buldum: Nietzsche. Benim bu ismi aklımda tutmam için önce niet etmeliyim. Sonra zs demeliyim, ardından da Guevara’nın adını söylemeliyim: che.

Yılmaz: Oğlum İlkkan, senin önce bu isimleri doğru yazman gerekmiyor mu? Zaten şu üç dört tanesini bilsen gam yemeyeceğim. Nietzsche, Shakespeare, Heidegger…

Bu son ismi, Heidegger’i duyduktan sonra Ersoy, alaycı bir gülümseyişle İlkkan’a bakarak, “Haydi gel benimle ol” diye şarkı söylemeye başladı.

İlkkan: Neyse ne Yılmaz. Benim, adamların adıyla sanıyla işim yok abicim. Beni ben yapan, beni ölene kadar öğrencisi yapacak düşüncelerine ihtiyacım var. Onlardan da bir şeyler söyleyince adlarını zikrediyorum.

Yılmaz daha fazla dayanamayarak: Nietzsche’nin de dediği gibi “Senin ben gelmişini geçmişini…”

Ağzındaki çayı püskürterek güldü Ersoy. Yılmazcım, onu da mı Nietzsche söylemiş?

Yılmaz: Evet, onu da Nietzsche söylemiş. Ben de artık küfürlere atıf vereceğim Ersoy.

Ersoy: O zaman sana Erich Fromm’un meşhur Sövme Sanatı adlı eserini tavsiye ediyorum Yılmazcım.

İlkkan: Sövme Sanatı, değil abicim Sevme… 

İlkkan, Ersoy’un pişmiş kelle gibi gülen suratından iyice makaraya alındığını fark etti, sustu. Hızlı hızlı soluduktan sonra, telefonuna gömülerek, Aşkın metafiziği kitabını gizli gizli yazıp, yazar “Schopenhauer”ın nasıl yazıldığına bakıyordu.