Dünyamız, Yeryüzü… Üzerinde yürüdüğümüz toprak, gelmiş geçmiş binlerce yıllık hikâyelerin katmanlarıyla doludur. Bu hikayelerin bir kısmı, yıkım katmanlarının üstünde yükselen umutla yoğrulmuştur. İnsanlık tarihi yalnızca savaşların, icatların, teknolojik gelişmelerin tarihi değildir; aynı zamanda üstünde yaşayan canlıların, var olan nehirlerin, dağların, denizlerin direniş tarihidir. Ve direniş dediğimiz şey, her zaman yumrukların havaya kalktığı, barikatların kurulduğu anlardan ibaret değildir. Bazen bir ağaç fidanını toprakla buluşturmak, bazen bir derede suyun aktığını görmek, bazen çöpümüzü atacak bir çöp kutusu aramak, bazen bir hayvanı korumak, bazen bir ağacın yüzyıllık varoluşuna saygı duymak, bazen de bir kitabın sayfalarında kelimelere can vermektir.
İlk destanlardan bugüne, toprak ve doğa yalnızca fon değil, hikâyenin öznesi olmuştur edebiyatta. Homeros’un destanlarında deniz, öfkeli bir tanrı, Yaşar Kemal’in romanlarında Çukurova başlı başına bir kahramandır. Anadolu’da Yaşar Kemal’in Binboğalar Efsanesi’nden Kolombiya’da Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık’ına; Şili’de Pablo Neruda’nın şiirlerinden Nilgün Marmara’nın kısacık ama yakıcı dizelerine kadar birçok yazar, yeryüzünü bir karakter gibi ele almış, onu yoğurmuş, şekillendirmiş, olgunlaştırmış yeni bir formla bizlere sunmuştur. İlk destanlardan bugüne toprak ve doğa hem tanık hem taraftır.
Toprağın belleği vardır ve üstünde yürüyenlerin adımlarını, dualarını, korkularını, sevinçlerini, varoluş kaygılarını saklar. Edebiyat, toprağın, bu belleğinin tercümanıdır.
Modern çağda ekolojik yıkım, iklim krizleri, yangınlar, su krizi gibi felaketler yalnızca bilim raporlarının konusu değil, aynı zamanda romanların ve şiirlerin isyan damarı olmuştur. Margaret Atwood’un distopyalarında kuruyan nehirler, Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünde çamura bulanmış köy yolları, Jean Giono’nun Ağaç Diken Adam’ında yeniden yeşeren tepeler… Bunların hepsi yeryüzü direnişinin edebî yankılarıdır.
Yeryüzü direnişi, büyük sloganların ve meydanların ötesinde, küçük bir bahçeyi kurtarmakla, bir dereyi savunmakla, kurumuş bir ağacın gövdesine şiir asmakla başlar. Edebiyat da çoğu zaman böyledir. Küçük bir hikâyenin içinde koca bir dünyanın güzelleştirilebileceği hatırlatılır.
Melih Cevdet Anday’ın dizelerinde olduğu gibi: “Toprak, sessizliğin altında / yeni kelimeler büyütür.”
Belki de edebiyatın en büyük direniş biçimi, unutturmamaktır. Bir orman yangınını yalnızca haber bülteninde değil, bir hikâyenin kalbinde canlı tutmak… Bir köyün sular altında kalışını yalnızca istatistiklerde değil, bir roman karakterinin acısında saklamak… Bir köpeğin ya da kedinin hunharca katledilmesini Instagram sayfalarında görselleştirmek yerine bir öykünün kahramanı yaparak acısını göstermek… Bir zeytin ağacının direnişini kökleriyle kâğıda dökmek… İşte bu, yeryüzünün belleğini her daim canlı tutmak demektir. Çünkü yeryüzü direnişi, kaydı tutulmayan şeyin yaşama şansı olmadığını bilir.
Ekoloji mücadele ve politik direniş, birbirine ayrı düşünülemez. Bir ormanı savunmak, çoğu zaman bir yaşam biçimini, bir kültürü ve bir dili de savunmaktır. Bu yüzden yeryüzü direnişi, yalnızca çevreci değil, aynı zamanda kültürel bir direniştir. Edebiyat burada hem tanık hem faildir.
Toprağın altındaki köklere, tohuma ve gökyüzüne uzanan dallara, otlara, yapraklara kulak vermek ve hikâyelerini yazmak zorundayız. Çünkü bir gün, kurtardığımız tek şey belki de bu hikâyeler olacaktır.
Yeryüzü direnişi, ne tamamen geçmişe bağlı bir nostalji ne de gelecek için bir umut vaadidir. Yeryüzü direnişi şimdiye kök salmış bir hatırlama ve hatırlatma eylemidir. Ve edebiyat, bu kökün özsuyudur.
Biz yazdıkça, anlattıkça, okudukça yeryüzü daha rahat nefes alacak.