Meliha Akay, Mustafakemalpaşa Tepecik doğumludur. Liseyi aynı ilçede bitirdi. Turizm ve Otelcilik eğitimi aldı. Uzun yıllar Kadıköy’de bir otelde işletme sorumlusu olarak çalıştı. Bir erkek çocuk annesi.
Yazın çalışmaları kitaplaşmadan önce Varlık, Yaşasın Edebiyat, Mum, İnsancıl gibi dergilerde yayımlandı. Halen tiyatro dergilerinde oyun analizi yazıları, edebiyat dergilerinde ve gazetelerin kitap eklerinde araştırma ve inceleme kitapları ile ilgili yorum yazıları yazmakta ve söyleşiler yapmaktadır. Bir dönem Kocaeli’de çıkan Aydili Kültür ve Sanat Dergisi bünyesinde “Öykü Nedir?” konulu dersler verdi.

Yazarın Daha Önce Yayımlanmış Kitapları:

- Yağmura Tutulanlar, 2002
- Gülüşün Gelincik Tarlası, 2004
- Ya Kaybolursan, 2006
- Ateşin Külü Suyun Mili, 2008
- Badem Şekeri, 2011
- Çileklik / Bir Osmanlı Paşasının Mirası, 2013
- Gül Bahçesinde Melekler Yoktu, 2014
- Polonezköy Kelebekleri, 2016
- Yeryüzü Göçebeleri, 2018
- Pelitya, 2020
- Doğu İstanbul’un Batısı2021

Facebook: Meliha Akay
Instagram: @akaymeliha
Mail: akaymeliha@gmail.com
www.melihaakay.com

Hemen hemen bütün eserlerini okuduğum, okuduğumu zannettiğim Stefan Zweig ustanın bir kitabını nasılsa atlamışım. Kitap siparişi verirken gözüme çarptı. GEÇMİŞE YOLCULUK! Her gün neredeyse yirmi dört saat televizyon kanallarında görüp insanlığımızdan utanarak izlediğimiz görüntülerden biri vardı kapakta. Bir tren istasyonu, kadın, erkek, çocuk, yetişkin, yüzlerce insan, panik ve telaş, askerler… İkinci Dünya Savaşı’nı anlatan pek çok kitapta, filmde rastladığımız kareler. İstem dışı bir cümle dökülüverdi ağzımdan: Daha dün gibi. O hesaplaşmayı bitiremeden insanlık yeni bir savaşın, belki de Üçüncü Dünya Savaşı’nın kapısını aralayacak Ukrayna-Rusya savaşının tanıkları olduk!

Rusya’nın attığı füzelerle sığınaklara da sığamayan, Avrupa’nın çeşitli ülkelerine doğru dağılan mültecilerin yürek burkan durumu ve elimdeki kitap! Bir aşk öyküsü, yaşanamayan bir aşk öyküsü ile başlayan, kendilerini İkinci Dünya Savaşı’nın tam göbeğinde bulan bu aşkın kahramanları ve aradan geçen zamanın acımasızlığı… Bir kitaba, bir ekranlara baktım. Kim bilir kaç Anne Frank çıkacak, kim bilir kaç kez savaş mağduru çocukların hikâyelerini kaleme alacağız savaş susunca… Ve de yine bu noktada, Stefan Zweig’ın başka bir kitabı beliriverdi gözümün önünde. Amok! İçinden geçtiğimiz bu süreçle ilintili olduğu için konu etmem gerekiyor: Amok, Malezya yerlilerinde görülen bir delilik hali. Buna yakalananlar ileriye atılır ve nereye gittiğini bile bilmeden durmaksızın koşar, önüne çıkanı öldürür!

Peki; şimdi sormanın tam sırası: her yanı sarmış keskin nişancıların, insan öldürme makinesine dönüşen paralı askerlerin, robotlaşmış lejyonerlerin birbiriyle yarıştığı bu savaşta, tankla önüne geleni ezerek yol alanlara ne ad vereceğiz? Sanırım bunu burada bırakıp, bir sığınak olarak bildiğimiz edebiyatın ustasına dönmek gerekiyor.

Stefan Zweig gibi yazarların usta kaleminden çıkan öyküler bellekte tat bırakacak niteliktedir. Altmış bir yıllık yaşamına sığdırdığı öykü, roman ve denemeleriyle Avrupa sınırlarını aşmış, Asya’da da okunur olmuştur. Bütün insanlığın olduğu gibi onun de tek düşü daha iyi bir dünya var edebilmektir. Buna dair taşıdığı umut, 1933’te Almanya’da Nazilerin işbaşına gelmesiyle gölgelenir, örselenir. Kitapları yakılmış, fişlenmiş, adı toplanacak kişiler listesine yazılmıştır. Otuz yıl evli kaldığı, benzerine az rastlanacak bir sevgiyle bağlı olduğu eşi Friderike ile yolları ayrılma noktasına gelmiştir. Çünkü Friderike safkandır, Almanya’dan ayrılması için bir neden yoktur. Oysa en verimli dönemi, Friderike ile evli kaldığı dönemdir. Onun insancıllığı ile savaşın kan gölüne çevirdiği dünya sürekli çatışmaktadır. Kaba kuvvet insanların dünyasına hiçbir zaman huzur getirmez dese de, sesini duyan olmaz.

Stefan Zweig, bütün eserlerinde, olaylar karşısında insan tepkilerini, davranışları, düş ve düşün dünyalarını derinlemesine incelemiş, ayrıntıları önemsemiş, bütün bunları yaparken de lirizmi yakalamayı başarabilmiş bir yazar. Çağdaşı olduğu Freud’un psikanaliz yöntemini uygulamalarıyla da bir kuşak öncesinde Rus edebiyatının öfkeli dâhisi Dostoyevski ustalığına erişmiştir. Her ikisi de, kişilerin üzerinde iktidarların oluşturduğu, savaşların biçimlendirdiği hastalıkları, şaşırtıcı biçimde hissetmiş, anlamış ve anlatmıştır.

Yazarın biricik eşi Friderike’ye yazdığı mektupları okuduğumda, yürek burkulmasıyla birlikte şiirin yaratabileceği imge dünyasına dalmış, ışığın çevresinde dönüp duran kelebekler gibi kitabın sayfalarında dolaşmıştım. Stefan Zweig’ı ilk kez okuyan biri bile onun edebiyata şiirle başladığını kavrayabilir. Buna karşılık aynı yazar; Satranç Ustası adını taşıyan uzun öyküsünde, yaşadığı çağın getirdiği savrulmaları, savaşlar yüzyılının ilk çeyreğinden itibaren cinnetle tanışan insanı, sınıfların artık iyiden iyiye belirginleştiği toplumsal değişimi büyüteçle incelemiş ve umutların yittiği yerde, günümüzde de artık sadece içi boş bir kavram olarak kalan hümanizmin musalla taşına yatırıldığı yerde Hitler’i simgeleyen satranç şampiyonu ile Naziler tarafından kapatıldığı hücresinde ekmeklerden yaptığı taşlarla kendine karşı oyun oynayarak beceri geliştiren kahramanı aynı masaya oturtmuştur. Satranç Ustası yazarın ölümünden sonra yayınlanmış olsa da, ikinci eşi Lotte ile birlikte ülkeden ülkeye, şehirden şehire sürüklendiği yıllardaki ümitsizliğinin, savruluşların ve tutunma çabasının dışavurumudur. Aynı kitapta yer alan ve yine uzun bir öykü olan Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu da, saplantılı bir aşkın girdabında dönüp duran, gururu ile tutkularının esiri olan bir kadının tükenen yaşamını konu almaktadır.

Yirminci yüzyılın şiddeti ve acımasızlığı ile henüz hesaplaşmasını bitiremeyen insanlığın resmi tarihlerin unutturmaya ve bastırmaya yönelik eğiliminden korunmak için sığınaklarından biri de edebiyattır. Stefan Zweig ve çağdaşları, yaşananları ve tanıklıklarını öyküler ve romana dönüştürerek, bireysel tarihlerini geleceğe miras bırakarak toplumu toplum yapmaya, insan topluluğundan farklı olarak empati duygusunu benimsetmeye çabalamıştır. Edebiyatın da asıl amaçlarından biri bu değil midir zira? Bu yazıyı kaleme aldığım günlerde, pimi çekilmeye hazır bomba görünümündeki Ortadoğu, Uzakdoğu’nun güneyi ve adını henüz televizyon kanallarından duymadığımız öteki coğrafyalarda yaşananlar mirası iyi koruyamadığımızın, ders alamadığımızın bir göstergesi. Dünya savaşları ve iç savaştan sonra tasarrufla tanışan Balkanların durumuna bu pencereden baktığımızda görünen ise küreselleşme kültürünün insanı getirdiği nokta! Soğuk savaşların ardından yer bulan neoliberalizmin itkisiyle çokuluslu şirketler devlet gücünü gölgeliyor, iktidar el değiştirmek zorunda kalıyor! Patlak veren ekonomik krizin faturası da ne yazık ki çokuluslu şirketler yerine halka kesiliyor. Bu kertede, yazarın Merhamet adlı romanında yer bulan, altını çizerek okuduğum cümleler dönüp duruyor belleğimde.

“Merhametinden başka verecek bir şeyi olmayan bir insanın başkalarını nasıl bu derece etkileyebileceğine akıl erdiremiyordum../.. Minik bir damlacık merhamet gözüme akıtıldığından bu yana, o güne kadar gözümden kaçan sayısız küçük ayrıntıyı görür olmuştum. Sade, basit şeylerdi bunlar belki ama her biri ayrı bir heyecan, ayrı bir sarsıntı yaratıyordu benim için.”

Bu romanı konu aldığı yıllar, yazarın sürgün yıllarıdır. Bir trajedidir. Merhamet duygusunun yaratıcı olduğu kadar da yok edici olduğunu vurgularken aslında attığı çığlıkta şu gizlidir: Vicdan hatırladıkça, hiçbir suç unutulmaz. Zweig’ın yaşadığı yüzyıldan bugüne değin, dünya savaşlarından arta kalan acılar, bölgesel yeni savaşlar, kayıplar, trajediler, travmalar birbirine öylesine hızlı eklemlenir ki unutmak bir çare ya da bir tepki gibi görülür. Öyle görülmesi için çabalanır.  Bu noktada, pek çok ülke amneziyi benimsemiş ve neredeyse resmi bir ilke haline dönüştürmüştür. İşte bu yüzden, Zweig’ın bıraktığı yerden çağdaşım yazarların elini taşın altına koyması ve kalemini kullanarak itiraz etmesi gerekmektedir. İktidarların dikte ettikleri kültür politikalarına, kültür endüstrisine karşılık edebiyat ve sanatların öteki disiplinleri savaşa, savaşın vahşetine karşı yitik geleceğin çocuklarına aydınlığı gösterebilmek, korkunun öteki adının boşluk duygusu olduğunu söyleyebilmek için kolları sıvamalı. Resmi tarihin soyutluğundan arınmış olarak bireysel tarihin somut göstergelerini benimsemeli. Başka türlü mozaik aynalardaki yüzümüzün aksini parçalanmışlık görüntüsünden nasıl arındırabiliriz diye düşünürken yeni bir savaşın içine, derinlerine doğru yol alıyor olmayı hangi aynalara sığdıracağız? Vicdan hatırladıkça ne suç cezasız kalacak ne de aynalar sırsız…