Aslı Tunç

Yaşam ve Yitiriş Arasında Bir Yas Romanı: Baumgartner

Prof. Dr. Aslı Tunç, İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Medya bölümü öğretim üyesidir. İstanbul Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu’nda iletişim lisansı ve Anadolu Üniversitesi’nde sinema-televizyon yüksek lisansından sonra iletişim alanındaki doktorasını 2000 yılında Philadelphia’daki Temple Üniversitesi’nden aldı. Bir yıl boyunca Amerika’daki aynı üniversitede iletişim kuramları ve küresel iletişim üzerine dersler veren Tunç, çalışmalarını 2001 Eylül’ünde Türkiye’ye döndükten sonra medya ve demokrasi, dijital aktivizm, sosyal medya ve toplumsal cinsiyet konuları üzerine yoğunlaştırdı. Mart-Eylül 2020’de Güney Florida Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olarak bulundu. 2020 Ağustos -2024 Mart tarihleri arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde Rektör Yardımcısı olarak çalıştı. Tunç’un İngilizce ve Türkçe akademik makaleleri, kitap bölümleri ve uluslararası raporları bulunuyor.

Hayatınızın aşkı aniden ölürse ne yaparsınız; hem de kırk yıl mutlu bir şekilde evli kaldıktan sonra? “Hayalet uzuv sendromu” denilen o girift, o zorlu zihin-beden muammasına (s.28) mı kapılırsınız? Yazarın tanımladığı gibi, “Kolunu ya da bacağını kesin olarak yitirenler kesik uzuvlarının hâlâ yerinde olduğunu hissetmeye yıllarca devam ediyor, hatta birden saplanan sızı, kaşıntı, istem dışı spazm hissediyor ve o uzuv dibine kadar çökmüş ya da dayanılmaz acı verecek biçimde bükülmüş duygusunu yaşıyorlarmış” (s.28) ya hani, öyle mi hissedersiniz? İşte Baumgartner sevdiğini beklenmedik bir biçimde yitirmenin, adeta kopan uzuvlarla bu durumu kabullenemeyen zihnin ve yüreğin arasındaki kopukluğun hikâyesi.

Baumgartner, Çağdaş Amerikan Edebiyatı’nın en önemli isimlerinden Paul Auster’ın en son romanı. Auster şimdiye dek 30 kitap yazdı. 2017 yılında 1000 sayfadan fazla uzunluktaki epik romanı 4321 edebiyat dünyasında çok konuşuldu. Kahramanının hayatının dört farklı versiyonunun anlatıldığı 4321, 2017 yılında Booker Ödülleri’nde son değerlendirmeye kaldı. Ama Auster dünyada en çok New York Üçlemesi (Cam Kent, Hayaletler ve Kilitli Oda) ile tanındı, sevildi. Baumgartner ise çok daha iddiasız, sade, ama bir o kadar da kişisel olduğu çok belli bir roman. 76 yaşındaki Paul Auster’ın yakın zamanda kansere yakalandığı haberi eşi tarafından Auster’ın kemoterapi bombardımanı altında bir kanser ülkesinde yaşadığı paylaşımıyla sosyal medyadan duyurulmuştu. Dolayısıyla belki de yazarın veda romanı Baumgartner’ın sevdiklerin kaybı, yas, yaşlanma ve yaşama tutunma mücadelesi gibi derin temaları işlemesi şaşırtıcı değil.

Roman 71 yaşındaki Princeton felsefe profesörü Sy Baumgartner’in sıradan bir günüyle başlar. Kierkegaard üzerine çalışırken başına türlü basit ev kazaları ve aksilikler gelir. Ocağın altını açık unuttuğu için ısınan tencereyi tutmaya kalkınca eli yanar, evin bodrumuna inerken merdivenden yuvarlanıp dizini incitir. Tüm bu basit gibi görünen olaylar on yıl önce deniz kazasında yitirdiği karısı Anna ile yaşadıklarını tetikleyecektir. Sy bir yandan Anna ile olan anılarını zihninde ötelerken ve ev içinde onu anımsatacak hiçbir şey bırakmazken diğer yandan karısının çalışma odasına yıllarca el bile sürmemiştir. Aslında en can yakıcı ikilem de budur zaten. Sy’ın adeta vücudundan kopan parçanın derin acısı hâlâ sürmektedir.

Profesörün ölen karısı Anna çok yetenekli bir şair ve editördür. On yıl önce yüzmemesi için ona yalvarsa da Anna onu dinlememiş ve kafasını arkaya atıp gülerek okyanusun dev dalgalarına doğru koşmuştur. Bu, Sy Baumgartner için karısını gördüğü son kare olacaktır. Romanın ilk sayfalarında genç Sy’ın Anna ile ilk tanışmasını ve ona nasıl âşık olduğunu okuruz. Sonrasında Anna’nın perspektifinden nasıl evlenmeye karar verdiklerini öğrendiğimiz etkileyici sayfalar gelir. Bu bölümler bizi 1970’lerin New York’una ve Vietnam Savaşı’nın travmasına geri götürür. Anna’nın ardında bıraktığı şiirler, öyküler, mektuplar, Baumgartner’ın kaybettiği karısını belleğinde canlı tutmasını sağlar.

Paul Auster’ın yazma biçimi bizi Baumgartner’in ruhsal karmaşasında ustalıkla gezdirmeyi beceriyor. Kimi zaman cümleler okuru zorlayacak kadar uzun, ama bazen de insanın yüreğine oturacak kadar kısa ve lirik. Auster’dan keyif almamızda Seçkin Selvi’nin her zamanki olağanüstü çevirisinin çok büyük payı var. Öte yandan Auster’ın kurgusal zenginliği, Anna’nın yazdığı şiirler, ilk âşık olduğu zaman yazdığı denemeler ve Baumgartner’in Polonya’ya yaptığı duygusal ziyareti anlatan hikâye okura sürprizli metin alternatifleri sunuyor.

Paul Auster’in kişisel hikâyesini bilenler için Baumgartner daha da dokunaklı bir anlam taşıyor. Ölümün kıyısındaki bir kahramanın ardına sığınan yazar, yaşlanma, sevdiğini yitirme ve bellek üzerine bizi de kederli iç dünyasına ortak ediyor. Ama yine de Auster romanın sonunda umudun kapısını aralık bırakıyor; her şeye inat, yaşamına giriveren genç bir öğrenciyle Baumgartner aydınlığa yeniden tutunuyor.