1974, Ankara doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldu. Yüksek lisansını Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptı. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldı. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldı. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladı. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğu Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’ndaki görevini sürdürmektedir. Kendisi aynı zamanda üç Javier Cercas romanına emek vermiş, çiçeği burnunda bir çeviri editörüdür.

“Soykırıma varan savaşlar, bombalanan kentler, nükleer patlamalar, toplama kampları, kişisel cinayetlerin bir veba salgını gibi yayılması… Bu yüzyıl, tasarlanmış olsun ya da olmasın, şiddetin her türünün, hak ettiğinden çok daha fazlasına tanık oldu. Üstelik, daha da fazlasına tanık olmak işten bile değil.”

John Keane

 

Yorgunuz. Çok yorgunuz. Bu kadar şiddete, zulme, sevgisizliğe şahit olmaktan tükendik. Uzun zamandır şöyle titreye titreye, haykıra haykıra kahkaha atmıyoruz. Unuttuk kahkaha atmayı, hatta gülümsemiyoruz. Uzun zamandır hayal bile kurmuyoruz. Hayaller bir gün gerçekleşebilir diye kurulur çünkü, bu umutla inşa edilir. Hayallerin kolay kolay gerçekleşmeyeceğini biliyoruz artık. İnsanlar böcek gibi öldürülüyor. Ülkeler işgal ediliyor. Toprak, utancından üstünü örtüyor soykırımların. Çocuklar anasız, babasız, direksiz kalıyor. Erkek cinsi, kadının kökünü kurutmaya kararlı; “Saçı şu kadar göründü.”, “Sokak ortasında kahkaha attı.”, “Elinin hamuruyla birey olmaya kalktı.” gibi mazeretlere gözümüz tok artık. Bıktık. Tiksindik. Şiddetin bu uzun, upuzun yüzyılında dünyaya gelmiş olduğumuza hayıflanmaktan bitkin düştük.

Önceleri, tünelin ucunda bir ışık görüyorduk gene de. Bütün bu musibetlerden eğitimle kurtulabilirdik. Eğitim, hâlihazırda sahip olduğumuz potansiyelin ahlaki şekilde geliştirilmesinde etkili olabilirdi. O yüzden okullaşmaya önem verdik, burs fonları oluşturduk, kampanyalar düzenledik, kız çocukları da okula gitsin diye çaba gösterdik, “gelişmekte olan ama bir türlü gelişemeyen / gelişmelerine izin verilmeyen” ülkelerin eğitim sistemlerindeki fırsat eşitsizliğine çok takılmamaya çalıştık. Eğitim, eğitim demekti çünkü. Gölgesi yeterdi. Ancak çok sonra idrak edebildik ki, açgözlü akrabalar mürekkep yalamışlardan çıkabildiği gibi, dünya tarihinin gelmiş geçmiş en açgözlü siyasetçileri de yine eğitimli tayfadan çıkabiliyor! Düşmüş omuzlarımızla düşünürken bunları, kültürü eğitime katık etmek geldi aklımıza. Ne de olsa kültür, bize empati duygusunu kazandırabilir ve “öteki” ile ilişki kurma yeteneğimizi geliştirebilirdi. Kültür, beraberinde hoşgörüyü; hoşgörü de, uzlaşmayı getirebilirdi. O yüzden okumaya, araştırmaya methiyeler düzdük. “Kitapsız kalmayın,” dedik genç kuşaklara, “çünkü başka çıkış yolu yok.” Bu çok da yanlış sayılmazdı gerçi çünkü formal eğitim, bir toplumu cahil bırakmanın en yasal ve en sistematik yöntemi olurdu bazen. O yüzden değil miydi, formal eğitimin “işine gelen konuları” müfredatlara ekleyip gelmeyenleri yok sayması ve kendince “tehlike arz eden”, varlığına “tehdit” olarak gördüğü herkesin ve her şeyin üstünü çizmesi? Ama kültür de yetmedi. Ne sağlam eğitim hayatı “insan” yaptı bizi ne de uçsuz bucaksız kültür.

Son günlerde okuduğum haberlerin her biri, diğerine büyüklük taslamaya nasıl da meraklı: İstenilen şarkıyı bilmediği gerekçesiyle hunharca öldürülen şu müzisyenin üç katilinden ikisi müfettiş, biri mühendis! Öte yandan, Ukrayna’dan önce, yasaları gene hiçe sayarak ilhak ettiği Kırım’ı Rusya’ya bağlayan tek köprü olan, Kırım ilhakının sembolü haline gelen Kerç’te yaşanan patlama sebebiyle tüm televizyon kanallarını günlerdir meşgul eden Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin hukuk eğitimi almış meğer! Ve İran… Derin kültürel birikimiyle asırlardır komşularına fark atan; “şairlerin yurdu”; Hayyam rubailerinin yuvası; bağrından Sadık Hidayet gibi bir aydın çıkaran; Hafız-ı Şirazi gibi bir adamın gönülleri titreten beyitlerine ev sahipliği yapan; zamanında savaşa da, ambargoya da, enflasyona da direnen ancak bir tutam saç yüzünden kaynayan kazan hâline gelen İran… O devasa kültürün, o görkemli edebiyatın bile kadınları özgür bırakmaya yetmediği, siyasi otoritenin kadın bedeni üzerinden kurulmasını engelleyemediği, şimdiye dek her şeye katlanan ve zamanın acımasız tahribatına da kafa tutmayı bilen “Kirman halısı gibi kadınların” dahi sabrını iyice taşıran İran…

İnsan dünyaya, adını koyamadığım bir alemden, bedeninin içine üflenmiş ruhuyla geliyor. Nicedir buna inanıyor ya da böyle hissediyorum. O ruh asil ise şayet, hangi aileye doğarsa doğsun, nasıl büyütülürse büyütülsün ve hangi şartlar altında yaşarsa yaşasın, kişi hep asil kalıyor. Ruh bayağı ise de, hiçbir çevre ve hiçbir eğitim modeli onu onaramıyor, belki biraz kamufle ediyor veya orasına burasına bir cila atıyor, o kadar. “Zorba gelmiş zorba gidiyor” olanlara çare pek yok yani; istisnalar kaideyi bozmuyor. Çözüm, geriye kalan bir avuç iyinin elinde. Zaman, zorbaların zamanı. Şimdilik. Safları sıklaştırın, hanımlar ve beyler!