Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

Zamanı elde tutmanın bir ihtimalinin olmadığını anladığım kesitler, ya çok mutlu ya da çok hüzünlü olduğum kesitlerdi. Sonra bir gün Ursula K. Le Guin’in doğrudan zamana dair olmasa da sözcüklere ve dolaylı olarak zamanın akışına dair kaleme aldığı bir yazısında, aslında sadece zamanın değil, hakikatte hiçbirimizin zamanının birbirine uymadığını bir kez daha teslim etmek durumunda kaldım. Bu da zamanın izafi gücünü gündelik telaşlarımızda yansıtması bakımından önemliydi. Kısaca “kimin zamanı?” sorusu… “Neden bunun farkında değildik, değiliz” yakınması ise “her şey çok hızlı” ile özetlenebilirdi. Ya da, belki de kendimize dair bir zaman algısının çoktan bizden çalınmış olmasına bağlayabilirdik bunu. “Zamanım yok” derken gerçekten kimin zamanından bahsediyorduk? Orada bize ait olan bir dakika bile mevcut muydu?
Dediğim gibi Le Guin olaya daha farklı ve geniş bir çeperden bakıyordu. Basılı sözün, kısaca yazının yeniden üretilmesi anlamındaki bu inceleme, yazının zamanının, ister klavyeden çıkma ister el yazısı olsun, zamansızlığına, belki de bir noktadan sonra norm içi eşzamanlılık fikrine vurgu yaparken, sözün belli bir ardışıklıktan ve norm dışılıktan nasiplendiğine değiniyordu. Peki bu ne işe yarardı? Ya da belli bir önemi var mıydı?
Sözün, tam da bu noktada, kimin tarafından söylendiğine değiniyordu Le Guin. Kimin ve ne zaman söylediği önemlidir diyordu. Bu açıdan bakıldığında yazı, söze göre, zaman tanımazlığıyla daha prestijli bir yerde duruyordu. Çok daha kural koyucu. Söz sanatlarının, tarih içerisinde, yazı karşısında geride kalmasını da buna bağlıyordu. İnsanlık ve uygarlık yükselirken, kişiye ve zamana özel olan söz, basamakları inmekte ve inerken kendine özgü olanın da yeri farklı bir biçimde doldurulmaktaydı. Ki bugün de öyle.
Sözün uçuculuğunun yazınınsa kalıcılığının arka planındaki felsefi boşlukta, ikisini buluşturmanın bir yolu olarak nefesin canlılığını dile getiriyordu  Le Guin. Nefesin ve sesin… Bir şiirin ya da öykünün, hatta romanın yüksek sesle okunmasında yaratacağı yeniden canlanmaya değinirken, belki de zamanı biz fanilerce yakalamanın, bizce kılmanın en iyi çözümlerinden biri olduğunu söylüyordu.
Benim buluşmak diyebileceğim bu durum, elimizden çalınıp giden ya da gittiğini düşündüğümüz nice duygunun kendi zamanını yaratması açısından önemli görünüyor. Sadece bu mu? Şimdiyi yakalamanın bir yolunun, kendi zamanlarımızı yaratmak fikrinden beslenebileceğine de inanıyorum. Kendi zamanını yaratmak neden önemli diye soracak olursanız, bu durumu, uçuş öncesi uçuş görevlilerinin oksijen maskelerini ilk önce yolcunun kendisine sonrasında yanındaki çocuğa (ya da buna ihtiyaç duyana) takmasını önermesi biçiminde özetleyebilirim. Soluk almak için, evet… Burada kendisi nefes alamayanın başkasına nefes sunamayacağı, dolayısıyla kendine zaman tanımayanın başka kimseye zaman tanıyamayacağı düşüncesine de sıcak baktığım söylenebilir.
Sözün ardışıklığını, zaman açısından başka bir noktaya çekmek de mümkün.
Vincent Van Gogh’un hayatını anlatan Willem Dafoe’nun göz kamaştıran oyunuyla bizlerle buluşan filmi, Sonsuzluğun Kapısında’yı seyrettiğim zaman, Van Gogh’un en çıldırmış sahnelerinden birinde karşısındaki doktora, doktorun tuhaf bakışları arasında üç aşağı beş yukarı şunları mırıldandığını biliyoruz: “Ben başka bir dünya görüyorum. Tanrı beni bu gördüğüm dünyayı diğer insanlarla paylaşayım diye seçmiş olmalı.” Bir nevi, kendi zamanını sanat aracılığıyla yakalamış o şanslılardandır Van Gogh. Ancak şöyle bir talihsizliği vardır elbette. Yine filmden aktaracak olursak: ” Bu yeteneğimi henüz doğmamış insanlar için sergiliyor olabilirim.”
Kendi zamanını yakaladıktan sonra başka bir zamana atıfta bulunma şansı diyebileceğimiz bu durum, aslında sanatın şimdiki zamanla kurduğu bağı da özetlemesi açısından ilginçtir. Onun farklı sesler duyduğuna inanarak kestiği kulağının duyduğu sesleri, bugün bizler, sadece onun tablolarındaki çizgiler aracılığıyla değil, başka başka biçimlerde  de duyuyoruz. Onun duyduğu bu tuhaf sesler, esasen doğada değil, doğanın dışında, insanın tanrıya öykünme telaşında onunla buluşmuş olmalı. Belki de bu yüzden Paris’ten kaçıp kırsala sığınmıştı Van Gogh. Gerçi orada da kulağını lime lime eden o sesleri duymuştu. İnsanlar, farklı olanı, kendileri gibi olmayanları, ne mekanlarına ne de zamanlarına kabul ediyorlardı.
İklim krizini protesto edenleri gördüğüm zaman, Van Gogh’un geçmişten duyduğu o sesleri düşündüm. Birörnek seslerdi sanırım. Ve Van Gogh’un o noktada yanılmadığını hatırlatıyordu. O çılgınlığın Van Gogh’un kulağına verdiği zarar gibi bir şeydi bu. Yoksa iklim krizinden muzdarip bir insanlığın onun yapıtına saldırmasının başka ne türden bir açıklaması olabilirdi ki?
Sanatçı bunu da görmüştü, demek.  Delilik ve hezeyan. Sana kendini anlatan bir yapıtı paramparça etmeye çalışmak başka nasıl açıklanabilirdi ki?
Önce Van Gogh duymuş ve söylemişti. Sonra da 21. yüzyıldaki delilik.