1974, Ankara doğumlu. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden 1997 yılında, İstanbul Üniversitesi İspanyol Dili ve Edebiyatı bölümünden ise 2018’de mezun oldu. Yüksek lisansını Eğitim Yönetimi ve Denetimi alanında yaptı. İngiltere, İspanya ve Arjantin’deki çeşitli dil okullarında eğitim aldı. 2017 yılında Cambridge Üniversitesi’ne giderek İngiliz edebiyatının farklı dönemleriyle ilgili derslere katıldı. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından düzenlenen editörlük, düzeltmenlik ve lektörlük programlarını tamamladı. 2001’den beri öğretim görevlisi olduğu Marmara Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu’ndaki görevini sürdürmektedir. Kendisi aynı zamanda üç Javier Cercas romanına emek vermiş, çiçeği burnunda bir çeviri editörüdür.

Temmuz ortası canına yandığım Ege’deki o zeytinlikteyim gene ve çevremdeki dört incir ağacının en heybetlisinin altında oturmuş, biraz önce söylediğim sade kahveyi bekliyorum. Zeytinliğin sahibi işini bilen insanlardan biri, belli. Zira çoğu yeni nesil üreticisinin, zeytin bahçelerindeki incir ağaçlarını sinek topladıkları gerekçesiyle kestiklerini duymuştum. Oysa aynı dönemde meyve veren zeytin ve incir ağaçlarının aslında ne kadar sıkı bir takım oluşturduklarını, genç üreticiler maalesef pek bilmez. Foça’nın yaşını başını almış yerlilerinin söylediği bu; ben onların yalancısıyım. Şu an üstünde bulunduğum topraklarda yıllar önce yaşayan ve mübadeleden önce Ege’de zeytincilikle uğraşan Rumlar biliyordu ama.

İncir sevenlerin dikkatini çekmiştir: Çok olgun incirlerin su damlasına benzer balı olur. Aslında o balın işlevi, aynı dönemde meyve veren zeytin ağaçlarını korumaktır çünkü zeytine musallat olmayı seven bir sinek türü vardır ve bu bal, sineğin dikkatini incire çevirir. İncirin balını tadan zeytin sineği, çok geçmeden zehirlenerek ölür. İncir; zeytinin kahramanıdır yani, o savunmasız çocuğu koruyup kollayan ve ağacıyla meyvesinin hayatta kalmasını sağlayan abladır.

Kahvem geldi. Ilık bir rüzgâr esti. Beni de güneşten koruyup kollayan incirin yaprakları kımıl kımıl yüzüme baktı. Aklıma gene mübadele düştü. Ne zaman Ege’ye gelsem bende bu düşünce hep belirir zaten. Taş evler, zeytinlikler alır götürür beni o sepya günlere. Etrafımdaki bu zeytinlik gibi tıpkı, taşınmaz mal varlıklarının hepsini, mezarlarını ve kutsal mekânlarını geride bırakan, önlerindeki hayatın nasıl olacağını tahmin bile edemeden o hayata sıfırdan başlamayı göze alan, almak zorunda bırakılan insanlar… Parçalanan aileler… Kayıp yakınlarından haber alamayan biçareler… “Öteki” oldukları için Anadolu’dan Yunanistan’a göç eden ancak orada da kendilerini “öteki” gibi hissedecek olan Rumlar… Yeni yaşamlarına Anadolu’da başlayan fakat “Türkçe bilmeyen Mustafa”, “Rum Fatma” diye anılan Türkler… Göç ettikleri topraklarda uzun, çok uzun bir süre “beriki” sayılmayacak Mehmet’ler, Yorgo’lar, Ayşe’ler, Eleni’ler…

Yaşadığımız dramları bile tartışamadığımızı düşünüyorum kahvemi yudumlarken. Ortaokul ve lisedeki ders kitaplarımızda mübadelenin doğru dürüst yer almadığını, alsa da bir iki cümleyle geçiştirildiğini hatırlıyorum. Neden acaba? “Biz hep bu topraklardaydık.” iddiasındaki zihniyetten mi, acılarımızla yüzleşecek cesaretimizin olmamasından mı? Bilmiyorum. Mübadele gerçeğimiz; yaşamakta olduğu evde varlığının rahatsızlık verdiğini hissettiği hâlde komşuların kapısını çalamayan, sofraya ailesiyle oturmayıp yemeğini mutfak köşelerinde gizli saklı yiyen, hep orada ve o insanlarla birlikte soluk alsa da görmezlikten gelinen, yokmuş, daha doğrusu, hiç doğmamış gibi kendisine davranılan üvey evladımız bizim…

Üç yaz evvel gittiğim Midilli Adası’nın merkezindeki tarihî kafe Panellinion’un duvarlarındaki, adanın mübadele geçmişine dair dev siyah-beyaz fotoğraflar aklıma geliyor sonra. Bir tanesinin üzerindeki tarih geçiyor gözlerimin önünden: 15/12/1905… Adanın, henüz Osmanlılara ait olduğu zamanlar… Limana akın etmiş bir dolu insan var bu fotoğrafta. Ve kayıklar, kayıklar, kayıklar… Fotoğrafın hemen altında da Fransızca bir yazı: “Excursion de Comité de l’assistance mutuelle”… Ve beynimde bir kez daha beliren “Tarihle nasıl yüzleşilir?” sorusu… Tarih olmuşsa bile hâlâ soluk alıp veren tarihin, sadece müzelerde konakladığını sanıyor olmanın o dayanılmaz yanılgısı dağlıyor yüreğimi gene. Sonra, Midilli’deki muhteşem rehberimiz, aynı zamanda da devlet resmî tercümanı Aris Lazaris’ten günlerce dinlediğimiz, Adaya ve bizim tarafa dair mübadele hikâyelerini güncelliyor beynim. O hediyelik hayatlar, Türk-Rum aşkları, çileli dostluklar, darmadağın olan akrabalar canlanıyor zihnimde. Bir Türk zabitle evlendirilen ve Rum kökenini yıllarca saklayan genç kadının, yaşlanıp Alzheimer’a yakalandıktan sonra bir sabah uyanıp tamamen Rumca konuşmaya başlamasıyla neye uğradıklarını şaşıran evlat ve torunlarının öyküsünü gözleri dolarak; Atatürk’ün Maliye Bakanı Fuat Ağralı’nın Midillili olduğunu gururlanarak bize anlatan Aris…

İlber Ortaylı’nın şöyle bir sözü vardır: “Dünyada hiçbir göçmen geldiği memleketi tamamen sevemez, eskisini özlemeye devam eder. Bu bir kuraldır. Ağaçlıklı ev verilen, Memleketteki ağacım daha gölgeliydi, der.” Mutluluk; “bütün özlemlere, bütün isteklere eksiksiz bir biçimde ve sürekli olarak erişilmekten duyulan kıvanç durumu” ise şayet, bu insanlar mübadeleden sonra hiç mutlu olmadılar, hiç…

Yeni bir ülke bulamazsın,
başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın.
Aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma –
Bineceğin gemi yok, çıkacağın yol yok.
Ömrünü nasıl tükettiysen burada,
bu köşecikte,
öyle tükettin demektir
bütün yeryüzünde de.*

* Konstantinos Kavafis (1863 – 1933) / Çeviren: Cevat Çapan (1933 – )