01.06.1952’de doğdu. Ankara Koleji’nden 1969 yılında mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü ve İşletme İktisadı Enstitüsü’nde eğitimini tamamladı. 1972 yılından 2010 yılına kadar her sektörde çalıştı. Hava-İş Sendikası ve TASSA derneğinde faal oldu. Tüm sektörlerde emekçi düzeyinde ter döken bu doğa dışı şahıs, turizm ve para sektörü neden eksik kaldı diye hayıflanmaktadır. Finans ve turizm babından ahireti beklediği düşünülse de, belli olmaz. Giderayak bu sektörlerde bir iş teklifi alabilir. Yeniden doğabilir.

“Bırak şimdi şunları küp küp doğramayı da dinle. Öyle bir rüya ki anlatmazsam unutacağım.”

“Anlat anlat, hava çok soğuktu soba da tütmüş, bir tarafın açık kalmıştır.”

“Hamam ama Galatasaray Hamamı gibi, çok buğulu değil ama yani kümbeti falan fark ediyorsun. Buğunun içinden birden belirdi çehresi. Ahmet Haşim.”

“Sen Ahmet Haşim’i ne tanırsın ki.”

“Yaa sulandırma işte rüya. Fotoğrafları falan aklımda herhalde siyah beyaz. Güm güm balyozlarla vuruyorlar, buharın ortasında tozlar uçuşuyor ve ben göbektaşında kımıldıyamıyorum. Hani ameliyat ortasında ayılmıştım da sesleri duyuyordum ama bağıramadığımı fark edemiyordum ya öyle, bilincim yerinde ama kımıldayamıyorum.”

“Uzatma işte. N’oldu, Haşim sana ilanı aşk mı etti?”

“Yorgun gözümün halkalarında güller gibi fecr oldu nümayan”* dedi. “Sonsuz, iri güller”.

“Sana kısmet var, gül iyidir.”

“Saçmalama, kubbe üstümüze doğru kırılmaya başladı. Birden sahne değişti.   “Degüstasyon”da İstiklal’e bakan masada, oturuyordum. Degustasyon’un yarım rustik perdeleri vardı. İçerisi gözükmüyordu ama ben geleni geçeni görüyordum.”

“Sen zaman yolculuğu yapmışsın. Galatasaray Hamamı n’oldu? Yıkıldı mı bu arada?”

“Küpleri eğri doğramaya başladın, Haşim masadan kalktı. Hesabı ödeyecek herhalde dedim. İleride Orhan Kemal’i görmez miyim. Üç beş kuruş almış tefrikadan, o parayla rakı söylemiş demleniyor ve o meşhur şapkası başında, karşısında kim oturuyordu dersin. Hiç aklına gelmez? Cahit Irgat. ‘Bu ikisi ne konuşuyor şimdi, Ahmed’imi çekiştiriyorlarsa onlara hadlerini bildiririm’ diye söylendim.”

“Şimdi Haşim senin sevgilin mi oluyor yani. Ahmed’im falan ne oluyor. Bula bula onu mu bulmuşsun o kadar yakışıklının içinde. Hem Haşim annesine düşkün, somurtuk bir adam değil miydi?”

“Karıştırıyorsun. Sen küp küp doğra. Benim rüyalarım magazin değil. Haşim elimi tuttu çıktık ve birden karşıdan zeytinyağı fıçılarının yuvarlanarak geldiğini gördüm. Haşim’le Ömer Hayyam Yokuşu’ndan kaymaya başladık. Yerler vıcık vıcık zeytinyağı. Eli sopalı bir kalabalık ince kaldırımlardan birbirini çiğneye çiğneye, ağzını köpürterek geliyor. Ahali kaçıyor, Rum evlerinin içine saklanıyorlar. Köpürtük kalabalık dükkânları yağmalıyor, şarap şişelerini kaldırımlarda kırıyor, yakıyor. Biz Haşim’le dümdüz kayıyoruz Hacı Hüsrev’e doğru. Başımı kaldırıyorum. Haşim’in yüzü Attilâ İlhan olmuş.”

“Çağ atlıyorsun yani. Eee?”

“Hadi Baylan’a gidelim dedi. Biliyorsun değil mi 1933’de Taksim’de Markiz, Nisuaz, Lebon, Petrograt ve Moskova pastaneleri meşhurdu ve onlara rakip bir Loryan çıkmıştı ortaya. “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyasından sonra Loryan oldu Baylan. Baylan öztürkçe ya. Kaçtık Baylan’a ve ben parfait söyledim kendime. Ve sıcak çikolata ve birden Çin Pavyon’un önünde buldum kendimi. “Çöl Kızı Afet” afişinin altında. Pavyonun içi leş gibi. Loca loca bölümlerde kırmızı gece kalabalığı.”

“Rüyaların da senin gibi abuk. Attilâ İlhan’a n’oldu?”

“Pavyona düştü zahar. Ne biliim. Boğulacak gibi oluyordum ki masamızdaki konsomatris Fransız filolojisi mezunu imiş. Bana ‘Sen ne zaman düştün?’ dedi.”

“Saatli Maarif Takvimi neyi gösteriyor. Atmışlı yıllar mı? Git işine. Böyle kronolojik rüya olur mu?”

“Doğru söylüyorsun. Ben Laleli’de okurken İstiklal Caddesi trafiğe açıktı ve gece üniversiteden hep bir siyah Plymouth dolmuşla dönerdik Taksim’e ve Çin Pavyon’un önünden geçerdik. Neonlarında da ‘Çöl Kızı Afet’. Bilinçaltıma yazılmış ama pavyon gerçek. Beyoğlu batakhaneydi ve mazbut aileler yollarını değiştirirlerdi. Çiçek Pasajı’nda görülmek muhafazakâr elitimizde büyük dedikodulara yol açardı. Beyoğlu, yaşayan azınlıklar yağmalandıktan sonra işte böyle bir cezaya çarptırılmıştı belli ki.”

“Ne yani o sinemalar, Karaca Tiyatrosu falan… Papirüs, Kulis, Çatı mesela caz yapardı İlham Gencer. Rejans, bunlar Beyoğlu değil miydi?”

“Yağmalanan Beyoğlu kaçakçı mafyasının eline geçmişti. Kadın satıyorlardı. Dönem kapalı ekonomi. Döviz yasak, ithalat yasak, silah da yasaktı bir kere. Bireysel silahlanma yoktu ki. Bulgaristan’dan hem karadan hem denizden sigara gelir, kaçak viski gelir. Sonra silah. Uğur Mumcu, Abdi İpekçi bu konuları birinci dereceden yazdılar. Siyasi kışkırtmalar yeni mafyanın ekmeğine tereyağ sürdü. İhya oldular ve gazino kültürünü hatta kumarhaneleri de ele geçirdiler ama yerli Türk burjuvazisinin de hakkını yeme bu işte. Devlet – Burjuvazi – Mafya hep birlikte el ele birbirinden beslenerek ilerlediler. Sermaye işte böyle birikir. Taşıma suyla değil, yağmalanan denizle. Kurtlar Sofrasında; Kurtlar Vadisi’nde.”

“Çok teorik bir rüya bu kardeşim, atıyorsun. Şimdi seni kelle paça doğramaya başlayacağım.”

“Küp küp doğra.”

“Lütfen hatırla. Yarın 2013. Bende rüya tabirleri kitabı var. Gül, zeytinyağı, tatlı bakayım. Sen tabii yamuk, bizim falımıza zaten bakılmış dersin.”

“Bakılmadı mı? Haydarpaşa, İstanbul Milli Eğitim binası cayır cayır, Ankara Ticaret Odası arşivi de yanıyormuş. Ne hikmetse hep arşivler yanıyor. Neler aklanıyor kimbilir. Al sana temiz bir yıl. Yeni Yıl Partisi. Ak değil aklama partisi. İnci Pastanesi yıkımı, Baylan’ı Ülker’in alması ve kerane kılınmış Beyoğlu’nun malum ellerce kurtarılma projesi. Ne turistik kurtarmaydı ama. Ne sermaye dönüştürmeydi. Kravatın altından derin metodlarla betona gömme. Mafya işidir di mi betona gömme. Bizi nasıl gömdüler sence. Önce evimiz imara aykırı bulundu. “Arnavutköy TOKİ iyi yatırımmış” dedin. E, takas ettik. Sen beğendin o dağbaşındaki siteyi. Sonra su bastı. Kalorifer yanmadı. Komşular felaket, mukabelelere niye gitmedin ha? Beş kuruşa sattığımız gibi bir de borçlu kaldık. Şimdi Terkos Gölü’nün kıyısındaki bağ evinde emekli maaşlarını yetirmeye çalışıyoruz. Çin Pavyon’dan Afet soruyor. ‘Sen nasıl düşürüldün?’ diye rüyamda. Kehanet gibi. Bahçeye bak. Lokantacı Aydın geliyor, aha kapıda.”

“Abla, mezeler hazır mı?” dedi Adanalı Aydın. “Şimdilik şu üç yüzü alın, masrafınızı, üç yüz daha verec’em de yarısını şimdi vereyim. Yarısı yeni yılda. Ha, abla, bizim orada da eğlenebilirsiniz ha.”

Göl ıslak bir yılan gibi kıvranıyor.

“Aydın, sen bana şarkı söyletip müziği bedavaya getireceksin. Yağma yok.”

“Küp küp doğra kardeşim. Beyoğlu Beyzade’de hafta sonu elli liradan okuyordun konservatuvar mezunu kardeşim. Fahrettin Aslan seni Maksim’e çıkartmak için kapına paspas oldu. Çıktın. Masan niye olamadı kardeşim? Akıllılık teorileri yapan kardeşim? Bu bir rüya olsa. Unutarak uyansak.”

Göl ince kavak dallarının üstüne titriyor, yapraktan yorganlar seriyor, gümüş bir yılan gibi Romanların zurnalarından gelen ince tınıya eşlik ediyor.

” ‘Bitti’ dedi. ‘Şimdi bunu da vereyim ateşe. Şakşuka. Kaç çeşit oldu. Az para mı istedik?’ Güldü. Aydın’ın bıraktığı yüzlükleri yüzüne sürdü. Gölün kenarına ateş yakmak. Böyyük projede buralar da beton olmadan. Havalanı kondurulmadan. Midyeleri gömmek küle. Duygularını Terkos’un mis gibi suyuna dökmek ve kovadan şarkı devşirmek gümüşten. Bir kamış olmak. Kemal Tahir’in göl insanlarına karışıp ateşte pişmek. Yeni yılda bir Mecusi rahibi gibi yanmak devrimlerin ateşinde.”

 

“Sence bu evrim değil mi? Yani biz şimdi Köy Enstitüsü günlerine dönmedik mi? Buradaki varlığımız karşı devrim değil mi? ‘Devrim de devrim Allahü Ekber’ diyen roketatarlı katillerin kanallarda dolandığı beton siyasetine rağmen varolmayı becerebilmek karşı devrim gibi algılanmıyor mu?”

“Bitti. Aldırsın bunları Aydın. Şimdi kalın kalın giyin. Şunları da göndersin çocukla kıyıya. O kadar kıyak geçer herhalde. Hadi, kaldır kıçını güneş batmak üzere. Yeni yılı gölün üzerinde kutlayacağım diyen sensin. Edebiyatı suda yaparsın. Bak tekne de ayarladım. Ya işte böyle ‘Oley’ dersin.”

 

Yağız at, kocaman ay,

Heybemde zeytinler.

Bütün yolları biliyorum ama

Hiç varamayacağım Kurtuba’ya**

 

 

 

* Ahmet Haşim, Bir Günün Sonunda Arzu

** Federico Garcia Lorca, Atlının Şarkısı