Kaza on dört ekim iki bin ikide oldu.
Kaza anının ayrıntılarını hatırlamıyor. Gözünü açtığında, kendini Calvi’ye doğru inen virajlı yolun kıyısındaki ormanda, bir fıstık çamının altında buldu. Güneş, ağacın dalları arasından belli belirsiz ışıldıyordu. Çok yakından bir Korsika isketesinin sesi geliyor, kuşun nefeslenmek için sustuğu anlarda ormana mutlak sessizlik çöküyordu. İşte o anların birinde, ayağa kalkmaya yeltendiğinde bacaklarını hareket ettiremediğini anladı.
Paola, kız kardeşinin kaza geçirip hastaneye kaldırıldığını öğlene doğru öğrendi. Cep telefonu çaldığında, kardeşiyle birlikte oturdukları evin karşısında başlayan otel inşaatının durdurulması için yapılan gösterideydi. Kasabanın en güzel caddesindeki sıra sıra iki katlı evlerden biriydi evleri. Caddenin diğer yanında palmiyeler, ağaçların ardındaysa engin denize meydan okuyan genişlikte bir kumsal ve Akdeniz uzanıyordu. Antonia’nın hayalleriyle denizin arasına girecek olan otelin inşaatı, genç kadının yirmi altıncı yaş gününün ertesi sabahı başlamıştı.
Tarih bir eylül iki bin ikiydi.
Cadde, gökgürültüsünü andıran motor sesleriyle dolduğunda, yaz boyunca süren inşaat yasağının bitmesinin üzerinden henüz altı saat geçmişti. Hava hâlâ aydınlanmamışken sokağa gelen kamyonlar ve isimlerini ne Antonia’nın ne de Paola’nın bildiği iş makineleri, palmiyelerin gölgesine, Antonia’nın her akşam işten döndüğünde 94 model Clio’sunu bıraktığı yere park ettiler. O Clio, haftalarca Antonia’nın gözünü açtığında gördüğü fıstık çamına komşu meşenin altında, ölü bir kabuklu böcek gibi ters dönmüş halde yattı. Antonia ise, evin arka sokağındaki fırını işleten ablasının yakın gözetiminde evdeydi.
Otel inşaatı yirmi üç mart iki bin üçte tamamlanıp bitti.
Paskalya günü Paola fırında temizlik yapmak için sabah erkenden evden çıktı. Akşamüstü döndüğünde Antonia her akşamki gibi verandada otel binasına bakıyordu.
“Tatlım, ben geldim. İçeri gel de egzersizlerini yapalım. Hem sana anlatacaklarım da var.”
Cevap gelmeyince Paola mutfağın kapısından verandaya çıktı. Kardeşine tekerlekli sandalyenin sağından yaklaşıp yanağından öptü.
“Müjdemi isterim. Bugün terasa çıkan merdivenleri düzleştirmek için iki şirketle görüştüm. Tatil bitince fiyat verecekler. Deniz manzaramıza yeniden kavuşacağız gibi görünüyor.”
Antonia sonunda, “Hadi bakalım,” diye seslendiğinde, ablası mutfağa dönmüştü. Sabah uyandığından beri gece yapacakları için kendini cesaretlendirmeye çalışıyordu. Paola’nın verdiği haberle önce ilgilenmedi. Sonra, kazanın ardından gelen haftalarda hiç durmadan karnından boynuna, oradan gözlerine atlayan ama artık seyrekleşen sancıyı boynunda yakaladı. Denize ve karşı kıyıdaki Cenova’nın hayali tepelerine yeniden kavuşmanın yolu başka inşaat olmamalı, hele de evimizin içinde bir inşaat, diye düşündü. Sandalyesinin tekerleklerini sertçe çevirip mutfağa yöneldi. Ne merdiveni, ne fiyatı Paola, yetmedi mi bu kamyon sesleri, evin etrafında bağırıp çağıran adamlar, bu inşaat gürültüsü yetmedi mi? Ya bu onarıla onarıla çürüyen hayatımız… Paola’ya söyleyecekti bunları. İçeri girdiğinde, ablası eviyedeki bardakları yıkamış, içerideki çamaşır suyu kokusuna bakılırsa ortalığı da temizlemişti. Masada, üstünde lavanta desenleri olan el havlusuyla sigara paketi yan yanaydı. Elindeki sigaranın filtresi ıslaktı. Konuşmaktan vazgeçti.
“Hadi salona, egzersizleri halledelim,” dedi ablası, sigarayı aceleyle söndürürken. Yerinden doğruldu.
“Bugün yapmayalım Paola, lütfen. Hiç hâlim yok. Zaten sen de çıkacaksın birazdan.”
“Ben mi çıkacağım? Kiliseye gelmeyecek misin?”
“Hayır, gelmeyeceğim. Dedim ya, bugün kendimi iyi hissetmiyorum.”
Paola sandalyeye çöktü. “Keşke gelsen, kuzum,” derken sönmemiş sigarayı küllüğün içinde ezmeye başladı. Başını kaldırmadan konuştu sonra: “Geçen gün müşterilerden biri gitgide daha çok içine kapandığını, seni doktora götürmem gerektiğini söyledi. Ona ‘Benim kardeşim deli mi?’ diye çıkıştım. Fakat şimdi düşünüyorum da, belki iyi fikirdir.”
Ablasının kendisi için kaygılandığını ama bunu fark ettirmemeye çalıştığını biliyordu. Bazen mutfakta onu masaya oturmuş, önünde içilmediği için tablada tamamı küle dönmüş bir sigara ve buz gibi olmuş kahvesiyle pencereden dışarı bakarken bulurdu. Fakat bu konuyu ilk kez açmıştı. Ona gece inşaatı havaya uçuracağını söylese ne derdi acaba? Gülümsedi.
Bileğindeki saate baktı, ardından Paola’nın küllüğün içinde kalan eline. Gilles birazdan gelecekti.
“Saat kaç oldu, sen gitmiyor musun artık?” diye sordu.
Ablası eğilip mutfağın kapısından antredeki duvar saatini buldu, küçük bir çığlık atarak yerinden fırladı. Merdivenleri tırmanıp odasına çıktı. Mutfağa geri geldiğinde, üstünde yarım kollu siyah bir elbise, ayaklarında da kısa topuklu siyah ayakkabıları vardı. Kardeşine yaklaşıp bu kez sol yanağından öptü, portmantodan ceketini aldı, hiçbir şey söylemeden koşar adımlarla evden ayrıldı.
Kazadan sonra aldıkları doksan altı model Peugeot’nun yorgun sesi uzaklaşırken, Antonia sandalyesinin tekerleklerini yavaş yavaş iterek salona geçti.
On dakika geçti geçmedi, kapı çalındı.
“Kapı açık,” diye seslendi içerden.
Gilles elinde bir sırt çantasıyla salona girdi. Sağa sola baktı, arkasını dönüp başıyla merdivenleri işaret etti.
“Paola burada mı?”
“Gitti. Kilisede.”
“Yalnızsın yani.”
“Evet.”
Gilles ağır hareketlerle kanepenin ortasına sırt çantasını, çantanın sağına da kendini bıraktı. Yorgun görünüyordu. Ortaokuldayken kıvır kıvır olan simsiyah saçları hafifçe kırlaşmaya başlamıştı. On yıldır hem elektrik santralinde hem de Kurtuluş Cephesi’nde durmadan çalışıyordu genç adam.
“Çantada mı?” diye sordu Antonia.
Gilles çantaya hafifçe vurup, “Evet,” dedi.
“Bana ne yapacağımı anlat. Bugün gideceğim.”
Konuşurken ona merakla ve biraz da endişeyle baktı arkadaşı.
“Kızım bak, biz bu işi kim yapabilir diye tartışırken aklıma sen geldin çünkü sakat bir kadından şüphelenilmeyeceğini düşünüyorum. Yine de tekrar soruyorum. Buna hazır mısın? Yakalanma ihtimali var, biliyorsun değil mi?”
“Kaç kere söyledim Gilles, evet, hazırım.”
Adam hâlâ kaygılı görünmesine rağmen çantanın kapağını açıp tepedeki ipi yavaş yavaş gevşetti.
“Eh, peki. O zaman anlatayım. Zor bir şey yok.”
Antonia’nın gözleri çantanın açılmış ağzının içindeki karanlığa takıldı. Gerçekten bu mu bomba? Küçücük çantaya sığan bu şey? Yoksa bir oyun mu oynanıyor, tuzağa mı çekiliyorum? Ya Gilles tanıdığımı sandığım insan değilse? Ya birazdan içeri polis girerse? Ya her şey iyice tepetaklak olursa? Tekerlekli sandalyeye çakılı olmaktan daha kötü ne olabilir… Hapiste tekerlekli sandalyeye çakılı kalmak mı?
Elbette devasa bir nesne beklemiyordu ama bu kadar küçük bir düzenekle koca oteli nasıl patlatacaktı? Gilles çantanın kenarlarını aşağı doğru itti, düzeneği anlatmaya başladı. Her söylediğini en az bir defa daha tekrar ediyordu. Diğer yandan da soran gözlerle kadına bakıyordu.
Antonia artık kıpırdayamıyor, nefes almıyordu. Bomba, haftalardır yapılan planın ardından salondaki kanepenin ortasına gelip gerçeğe dönüşünce korkmuştu.
Ödleklik etme, dedi içinden. Ödleklik etme. Topla kendini, Gilles’e kararlılığını göster. Hem o hem Kurtuluş Cephesi’ndekiler bilmeliler, buna hazır olduğunu herkes bilmeli. Paola’nın dertlerinden hiç olmazsa biri eksilecek. Bedeninin aksine ruhunun sakatlanmadığını herkes görecek. Geçen yaza geri dönebileceksin; yürüyebildiğin o günlerde kurduğun hayallere, yaz sabahlarının sıradanlığına, yaz akşamlarının umuduna. Umudu geri getir.
“Tamam, anladım,” dedi. “Dediğim gibi, ben gece bu işi halledeceğim. Sen git artık.”
“Peki. Senden haber bekliyoruz o zaman.”
Adam evden çıkarken yüzündeki kaygı kaybolmuştu.
Gilles gittikten sonra çantayı alıp mutfaktan çıktı. Duvar saatinin altındaki kapıdan odasına girdi. Yatağının yanına vardığında, çantayı yavaşça kucağından kaldırıp yastığın üstüne bıraktı.
Pencereye doğru döndü, oradan evin arkasındaki dağlara baktı. Tepede ormanın bittiği yerdeki harabe halindeki yel değirmenlerini gördü. Gözlerini kapadı. Yel değirmenlerinin görüntüsü önceki yaza, denizde kulaç atarken nefesini düzenlemeye çalıştığı anlara, arada yanına gelen meraklı balıkların hayaline karıştı.
Birden isketenin ötüşü geldi aklına. Telaşla gözlerini açtı. Tepeleri ışıtan ay tam karşısındaydı. Vakit gelmişti.
Montunu akşamüstü pencere kenarındaki sandalyeye bırakmıştı. Alıp giydi onu. Komodinin çekmecesinden el fenerini çıkardı, bacaklarının arasına soktu. Ardından çantayı dikkatlice kaldırıp dizlerinin üstüne koydu. Sandalyesinin tekerleklerini yavaş yavaş çevirerek evden çıktı. Kapıyı, dönüşte içeri girmesi kolay olsun diye kilitlemeden bıraktı.
Sokak bomboştu, komşu evlerde de tek tük ışıklar yanıyordu. Yolun karşısına geçip inşaat alanını çevreleyen tel örgüde Kurtuluş Cephesi’nin önceki hafta açtığı delikten içeri girdi. Geçerken tel, montunun sağ kolunu parçaladı. Binaya sandalyesiyle yakınlaşabildiği kadar yaklaştı.
El fenerini yakıp düzeneği Gilles’in anlattığı gibi devreye sokarken adamın sesi kulaklarındaydı:
Alarm taktırmış herifler. Binanın içine girme, yakına bırakırsan da olur zaten. Çantayı sakın düşürme. Düğmeyi iki kere sola çeviriyorsun, anladın değil mi? Kırmızı ışığı gördüğün andan itibaren on dakikan var. Hızlı hareket etmen gerek. Aksilik olur da tel örgüden çıkamazsan saklanacak yer bul. Aşağı doğru çimento malzemelerini yığmışlar, onların arkasına sığın. On dakikan var. Hızlı hareket et dediğime bakma, on dakika uzun zaman. Sakin kal. Sadece iki kere ve sola. Kırmızı ışığı gördüğünden de emin ol. Dediğim gibi, zamanında çıkamazsan saklan.
Kırmızı ışık çaktıktan sonra içinden saniyeleri saymaya başladı. Yüz doksan yediye geldiğinde tel örgüdeki boşluğun önündeydi. Arsadan çıkarken, tepedeki yoldan geçen arabanın farları gözünü aldı. Yel değirmenlerinin gölgesini gördüğünü sandığı anda, tekerlekleri her zamankinden hızla iten ellerinin tir tir titrediğini anladı.
Dakikalardır nefesini tuttuğunu, midesindeki bulantıyı, sağ kolundaki sızıyı, el fenerinin bacağına battığını, bir gün tekrar ayağa kalkabilme ihtimalinin doğduğunu da o sırada fark etti.
Eve vardığında mutfağa girdi, ilk iş radyoyu açtı. Şarkıcının “Buraya benzeyen bir yer arama, bulamazsın,” diyen sesi odayı doldurdu. Bulaşıklıktan aldığı bardağı ağzına kadar suyla doldurdu, pencereye yaklaştı. Patlamayı beklemeye koyuldu.
Sokak ışıkları, otelin yan duvarında Kurtuluş Cephesi’nin önceki hafta yazdığı yazıyı belli belirsiz de olsa görmesini sağlıyordu.
“À bientôt.”