1982 yılında İstanbul’da doğdu. Trakya Üniversitesi Turizm ve Otel İşletmeciliği Bölümü’nden mezun oldu. Bu süre zarfında fotoğraf kursuna katıldı. Doğan Haber Ajansı’nda stajyer muhabirlik yaptı. Okul biter bitmez yayınevleriyle tanıştı. Son on yıl içinde İnkılâp Kitabevi, Mediacat Yayınları, Everest Yayınları, Epsilon Yayınları ve Doğan Egmont Yayıncılık’ta yayıncılığın tüm aşamaları ile ilgili çalıştı. Dergi ve gazetelere kitap eleştirileri yazıyor. Profesyonel metin yazarlığı ve derin editörlük yapıyor. Habertürk TV’deki Geçmişin İzinde belgesel serisinin metin yazarlığını da üstlenen Çiğdem Aldatmaz’ın hikâyeleri Notos, Karahindiba, Öykü Gazetesi, Varlık, Mavi Melek, Özgür Edebiyat, Rağmen, Son İstasyon, Berfin Bahar gibi mecralarda yayımlandı. İstanbul’da yaşıyor. Aynada Yeni Bir Kadın yayımlanmış ilk öykü, Elli Kelime: Yardımcı Ailesinin Yassıada Hikâyesi ilk biyografi kitabıdır. Yusuf Atılgan: Bir Rüyanın İzinden (biyografik roman) ve Sem (öykü) kitaplarını 2017 yılında okuruyla buluşturdu. Nakkaşın Sırrı adlı romanı 2020 yılında yayımlandı. Bunun dışında Seksenlerde Çocuk Olmak, Bozcaada Öyküleri ve Doksanlar Kitabı gibi kitaplara yazar olarak katıldı. Vosvos Hikâyeleri adlı bir foto-öykü çalışması bulunmaktadır.

Rüyamda büyük bir gemideydim. Uzun yolculuk boyunca tanıştığım insanlar vardı gemide. Her biriyle ayrı hikâyem oldu. Tüm hikâyelerin bitiminde gemide kullanılmayan, kimselerin fark etmediği küçük bir kapının açık olduğunu gördüm. Hiç düşünmeden ittim o kapıyı, korkutucu heybetiyle gürül gürül okyanus akıyordu ardında. Yüksekliğin üzerinde birbirine karışan lacivert beyaz karmaşaya doğru çekiliverdim. Biliyorsunuz ne olursa o kısacık anlarda olur. Eskiden olsa ürkerdim. Ama şimdi başka bir dünyaya aitim. Düşmekten korkmamak mıydı aidiyet?

Geçenlerde birini tanıdım. Yok yok, o tanıdı beni. Geldi, uçsuz bucaksız topraklarıma bayrağını dikti. Bir özerklik savaşı değildi bu oysa, gözlerine baktım. Elimi tuttu, gözlerine baktım. Başını bedenime eğdi, gözlerine baktım. Başını avuçlarımın arasına aldım. Sırtını döndü, kalbini gördüm. Bakışlarındaki o mikrobiyolojik kırıntıya inandım. Yüzyıllardır toprağın altında yaşamaya devam eden ve yepyeni bir medeniyeti ilk kez selamlayan bir antik kentin vakarıyla keşfettim onu. Beni sevmese ne olurdu? Ben zaten yüzyıllardır onun toprağının altına gömülüydüm. Birinin ruhuna gömülmek miydi aidiyet? Sanmam, aşkta aidiyet yoktu.

“Peki,” dedim ona. “Ne yapıyorsun anlaşılamadığında? İçin taşıp karşılık bulamadığında dünyada, kayıp bir dil olduğunda mesela? Hayat senden alıp götürdüğünü yerine koyamadığında ne yapıyorsun?” 

“Bir kitap daha okuyorum,” dedi. Başka dünyalara teslim olmak mıydı aidiyet?

Beklemekten yorulmamış gibi doğdu gün. Bense yorgundum. Çünkü ben gözlerimi açtığımdan beri dünya, koca bir bekleme salonuydu. Yatağa oturdum. Tavana baktım. Zaman zihnimin içinde gardırobun en üst rafına sıkıştırılmış yastıklar gibiydi. Aklımdan geçen hiçbir şeyde yoktum. İndirdim bacaklarımı yere, evin tabanı beni taşımıyordu artık. Aynada yakın zamanda gördüğüm, bildiğim biri yoktu. Sonunda içeriden sesler geldi, birileri konuştu benimle. Beni biliyorlar belli, seviyorlar belli kendilerince. Lakin işitmiyorum. Elimi uzatıyorum kapıya, koluyla bir türlü buluşmuyor parmaklarım. Yuvasını bulamayan bir kilit hangi kapıyı kapatabilir? Ve bir kapıyı kapatmadan geçilebilir mi yeni bir alana?

Dışarı çıkıyorum. Ekim pusu, pusu kurmuş yaşanan her şeyin üzerine. Ekim pusu sessizliktir. Kalbine gömülmesidir insanın. Bu sessizliğe rağmen bir güzergâh çiziyorum kendime. İncinmek hiç değişmiyor ve koca dünyada bir önemi yok bunun. Ben sadece yürüyorum.

Her şeye rağmen yürüyebilmek olabilir mi aidiyet?

Sokak akıp gidiyor. İçimden akan, yolumdan geçen, beni benle bütünleyen ya da eksilten her şeyle, herkesle tek taraflı bir fesih bu yürüyüş. Sonrasında eve dönebilmek ise artık bir ihtimal. Eve dönebilmek her gün için yeni bir ihtimal.