Buket Arbatlı, Burdur’da doğdu. Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirdikten sonra Okmeydanı Eğitim Araştırma Hastanesi’nde Radyasyon Onkolojisi Uzmanlığı eğitimini tamamladı. Uluslararası ilaç firmalarında genel müdürlük ve özel hastane zincirlerinde hastane direktörlüğü yaptı. Öyküleri Notos, Sözcükler, Öykü Gazetesi dergileri ve dijital edebiyat sitelerinde yayımlandı. Sel Yayınları’ndan 8 Mart 2020’de çıkan “Erkeklere Her Şey Anlatılmaz” isimli öykü kitabı var. Evli ve bir çocuk sahibi.

“Çıkış yok bir yerdir dünya, ölene kadar.”

– Yıldızın Saati, Clarice Lispector

 

Kalbim durmuş. On dört otuz yedi itibariyle. Hayatım son bulmuş. Böyle dedi biri. Kiminle konuşuyor? Herhalde tanrıyla. Ona haber vermesine gerek yok. O her şeyi görür, bilir. Benim hâlâ burada olduğumun, kalp atmayı bıraksa da beynin direndiğinin, sessizce beklediğimin farkında. Ölmüş taklidi yapmak imkânsız. Burası hastane. Bilginin tanrı yerini aldığı, cihazların mavi yeşil ışıkları, kulak tırmalayan sesleriyle insanın yalan söylemesine izin vermediği Olympos. Öldüm ama gidemem.

Odada sesler azalıyor, geride bir ıslık. Çok eskilerden kalma bir şarkı uzaklaşıp yakınlaşıyor. Sıcak, sıcak, çok sıcak diyesim, oyuna katılasım var. Süregiden bir fon müziği eşlik etti sana, hayatını bir film sandın sen, derdin hep Muazzez. Müzik beni sardı doğru, uyanık mıyım, düşte mi bilmeden yolumu kaybettim ama bana hiç dokunmadı. Sesin bana hiç dokunmadı Muazzez. Bu şarkıyı söylemezdin, istesen söyleyebilirdin, kimse istemedi söylemeni. Islık uzaklaşıyor ama sahibi hâlâ odada. Benimle kalan tek kişi. Tekrarlanan hep aynı melodi. Hatırlamak istemediklerimden. Kabarık saçlı sarışın kadının devamlı ağladığı bir filmde duymuştum ilkin. Ona ne oldu filmin sonunda? Islıkçının suçu bu. Çocukluğun dipsiz kuyusundan bulup çıkarıyor evin salonunda dikilen, bahçıvan pantolonunun önü ıslak o küçük oğlanı. Pantolon yumuşak kot kumaşından, beyaz dikişleri var, askılarında turuncu düğmeler. Koridordan vuran ışıkta annemle babamın gölgeleri uzuyor, üstüme düşüyor. Annem üzgün, uzun kirpiklerinde damlalar, bana değil filmdeki kadının sonunu göremeyişine ağlıyor. Bana bak anne. Arkasını dönüp gidiyor. Apış arasında lekeyle dikilen oğlanı eğilip öpen yok.

Islık da gitti. Cihazlar sustu. Neden yalnız bıraktılar? Daha dakikalar öncesi üstüne üşüşen ellerden, havada kıvılcımlanan gerilimden kaçmak, evet mümkün olsa kaçmak istememiş miydin? Yatağa bağlanmıştım, çırpınmak fayda etmedi, daha doğrusu şu zavallı vücudun yaşama çabası sandılar. Gittiklerine memnun olmalısın. Değilim. Beyaz ışığın öldüren çiğliğinde yatıyorum. Neyi beklediğini bilmeden yatan mort. Rigor mortis, dedi saati bildiren adam demin.

Mortu çekti, diyor babam yıllar öncesinden. Kırmızı Vosvosumuzda, Ankara’dan uçakla dönen annemi karşılamışız. Neden bizi götürmemiş? Kardeşim bir iki yaş civarlarında olduğuna göre sekiz yaşımdayım. Annem durmaksızın konuşuyor. Havada olmaktan korkacak sanmış ama koyun yününe benzeyen bulutları görünce her şeyi unutmuş. Babam gülüyor.  Sessizce otlayan sürüyü hayal etmek istiyorum. Hepsi yere düşüyor. Annemin elindeki parlak kâğıda sarılı paketten çıkanlar, kardeşime renkli iki tişört, babamın ısmarladığı kitaplar. Dönüp bakıyor bana, sana daha yeni oyuncak araba getirdi baban, diyor. Kardeşim tişörtleri ağzına götürüp çığlık atıyor. Pembe şişko bacağına çimdik atmak istiyorum ama annem aramızda duvar. Zaten yapamam. Hayatım boyunca kimseye dokunmadım. Ellerim ten denen o sonsuz dayanıklı ipeğin etrafında dolandı ama dokunmadım. İnanmak zor ama öyle. Mortu çeken kimdi, babamlar neden gülmüştü? Hatırlamıyorum. Beynim bırakıp gidiyor beni. Gidemez, gidemeyiz. Beklediğimiz var. Yıllar sonra mort lafını Muazzez’in ağzından duyuyorum. Ankara Koleji’nden mezun hanımefendiye yakışmıyor, dediğimde gülüyor. Naş, diyor bana, naş. Demek ölüm kahkahayla bir araya gelebilir. Sedyede bekleyen morta naş demiyor kimse. Henüz.

Hayatım boyunca köhne bir evin, kendi içine göçmesine izin verdiğim karanlık odalarında bıraktığım hatıralar şimdi neden serbest kaldı? Öldüğümü bilmiş, sökün ediyor hepsi, göz kamaştıran parlaklığa sahipler. İçime doluyorlar, hissediyorum damarlarıma yayılışlarını. Soğuk biraz ama olsun.

Babamın sımsıkı kapalı dudakları gözümün önünde. Seyahatlerinden getirdiği Asteriksleri okulun kütüphanesine bağışlamışım. Yumuşak, sessiz, emeklilik zamanı gelmiş öğretmenime bir teşekkür. Babam bağışlamadı. Kızdığında küserdi, günler, aylar boyunca. En güzel ceza yöntemi bu. Çocukken belletilen, unutulmaz. Okulu bıraktığımda ölmüştü, küsmeye fırsat bulamadı. Ah Muazzez küsmek sana göre değil. Fırtınaya dönersin kızdığında, ne darbukalar, keman yayları parçaladın. Küsmeyen erkekleri sevdin sen. Tüm sahnelerde seni en önden seyreden bana vurgun olmadın hiç.

Bronz simleri yanıp sönen kadife elbiseyi hatırlıyor musun? Evet, vardı böyle bir şey. Acı kahve. Annemin arkadaşıyla beraber yaptığı doğum günü pastama benziyordu. Elbise dolap bekledi yıllarca. Ona baktıkça eve çikolata kokusu doluyor. Pasta kabında arta kalanı yalama izni olan çocuğum ben. Parmak ucuyla ağzımı çikolatayla boyuyorum, otrişlere, tüylere sarınmış resmini öpüyorum. Soğuk rüzgârların yurdu olan şehirde, iki katlı cezaevinin karşısındaki evin camında, birinin ıslığını bekliyorsun. Ne elbise ne şarkılar umurunda. Ne de benim göz nurum. Acı kahve kadife dolapta çürüyor, sen o adamın hapsedildiği bütün cezaevlerini dolaşıyorsun. Gelecek misin?

Hiç değilse şu beyaz ışığı kapasalar. Beyaz sadece kara yakışır. Müziksiz dans eden, toprağı sımsıcak örten kara. Toprağın altında binlerce canlının, kımıldayan, sürünen, yukarı çıkmaya çalışan doğanın özüne karışacağım. Öyle olmasını umuyorum. Dine inancım yok. Muazzez dediğimi duysa, kızar bana. Zavallı ruhumun bağışlanması için adım her geçtiğinde yirmi bir besmele çeker, uyumadan önce gümüş sim tuvaletini çıkarır, abdest alır, Yasin okur. Onun için de okudu. Ben yaşlandım, genç kadınlara gitti, dedi. O arayıp, bu kadınlar ne ki, esas olan sensin dediğinde, Perişanım şimdi, demedi. Bir daha olmaz, dedi sarı kâküllerini ayırıp topuzunu sallayarak. Bin kere tövbe.

Şahidim. Bunların hepsini bana, ömrü onu dinlemekle geçmiş biçareye, içkiden sazların üstüne düştüğü gecelerde tekrar, tekrar söyledi. Ah Muazzez yüksek topukların üstünde miniciktin, sesin devdi. Benim aşkım takım elbise giymiş bir cüce. Ne Halaskargazi’yi kırmızı güllerle kaplayacak cesaretim ne kutular dolusu pırlanta gönderecek servetim vardı. Bunlara gerek yoktu biliyorum, altını ıslatmış o küçük oğlan büyümediği için beni görmedin. Gördün, bildin, bilmezden geldin.

Dokunmaya hasret ayrılıyorum, muslinlere, ipek satenlere, payet pullara dokunan, sime bulanmış ellerim nabzı atan bir tene, sana dokunamadan gidiyorum. Suçu sana atamam Muazzez, istesem de yapamam. Provayı şu oğlan yapsın Mualla, demeseydin hayatım başka türlü mü olurdu? Mutlu olur muydum? Ayaz yemiş yüreğinde üşüdüm ömür boyu, yorulsam da yanlış serüven olduğunu anlasam da masalarını terk edemedim. Dünyayı terk etmeden önce neyi beklediğimi biliyorum. Bu kez benim için gel. Bana. Muazzez’in terzisine.