İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

Camı tırmaladığı günlerde, yerde kar vardı. Bahçe kapısı ikircikli de olsa açılır açılmaz içeri dalıp yerdeki mindere kurulmayı âdet edinmişti. Sarı saten yer minderi onun adasıydı. Ulaştığında güvendeydi, dokunulmazdı. Hemencecik buzlarından çözülüp içerinin sıcağıyla gevşer, rehavete erişir, pırıl pırıl parlayan gözlerinin sürmeli kapakları ağırdan kapanmaya başlar, uykunun derinliklerine yuvarlanırdı.

Hamileydi. İyiden iyiye büyüyen karnını görüp de anlamamak mümkün değildi.

Uyuyorken içindeki canlılar kıpraşmaya başlayınca uyanır, boş boş bakar, başını öte yana çevirip bastıran uykuya bir daha, bir daha yuvarlanır giderdi.

Kendini kayıtsız şartsız kabul ettirmişti ettirmesine de, uykusunun en derin yerinde uyanıp ansızın fırlar, miyavlamasıyla içine yuvarlanıp kendini sevdirip okşatacağı kucağı bulmak da marifetlerinden sayılırdı. Bitleriymiş, pireleriymiş, uzun siyah beyaz tüyleriymiş, onun derdi değildi ki. Kucak hazzıyla, tırnaklarıyla tutunduğu kumaştan ete geçerdi acı. Kendini yerde bulur bulmaz geldiği bahçe kapısına yönelir, kapı açılır açılmaz da koyu siyah tüyleriyle geceye süzülürdü. Siyahına eşlik eden bembeyaz tüyleri, zorla kendini sevdirip önemsettiklerine karşı pusulası gibiydi.

Bir tek o kalmıştı, sayısız büyüttüklerinden geriye. Hayatta kalmasının sırrı; işvesi, kuvveti, yırtıcılığı kadar diplomatik yanı ve sığınmacı beceri ve taktikleriydi çünkü selli yağmurlardan kuru gelip, mama yiyip giden sokak kedisi bir tek oydu. Buram buram sıcak, nem dolu, tekinsiz gecelerden birinde orman yolundaki barınak köpeklerinin bahçe baskınlarından ve şiddet dolu, kanlı revanlı katliamlarından yakayı sıyırmışlığı çoktu.

Gerekirse toz toprak bulutu içinde, boğaz boğaza ölümcül savaştan tek yara almadan çıkmayı beceren bir tek oydu.

Çok sıcak bir gecede serin kutularının içinde uyurlarken yavrularını acımasızca kaptırmıştı ama deyim yerindeyse, kan, gözyaşı ve barut kokan meydan muharebesinde hayatta kalmayı başarmıştı. 

Her canlı ana gibi hazindi, bebelerini bir anda yitirmek onun için. Günlerce çimenlik bayırın başına gelip acı acı, umarsızca çağırmıştı evlatlarını. Geri gelmeyeceklerini bilse de çağırmaktan günlerce, gecelerce vazgeçmedi ama sonra içinin koru küllenmiş, belleğindeki acıyı unutmuş gibi yapmayı seçti. Asla unutmadığını da, yaşamının devamında gösterecekti ibret-i nam için.

Çevresi dokuz azgın erkek kediyle sarılıp da tecavüzden korunmak için saatlerce olduğu yerde domalıp kıpraşmama rekoru kırdıysa da, çok geçmedi, yine yavrulandı içi.

Karlı, buzlu gecelerin bahçe pencerelerine çamurlu tırmanma izleri silindi, yenileriyle bezendi. Sarı minderin üzerindeki havlular birbiri ardına değiştirilip yıkandı, temizleri serildi. Hışımla içeri dalıp şişkin karnıyla kıvrıldıktan sonra, derin uyumalar birbirini izledi. 

Zamansız uğramalar sıklaşınca, minderden başka yerler göz ucuyla da olsa yoklanıp kayda geçti. 

Kapılardan hiçbirinin örtük olmadığı evde, yarı aralanmış konuk odasının gardırobu; kuytuluğu, sessizliği, kendi başınalığı, direnmeyi, güçlülüğü, güveni vadediyordu ona. Kararını vermiş, yerini bulmuştu.

Çamaşır çekmecesinin yumuşacık hâli, zamanı hızlıya sardı.  İçi hareketlenip kıpraşmalar çoğaldıysa da koca âlem bilmemeliydi.

Dolabın tahtaları, iki karış ötedeki duvar, rahibelerin dokuduğu yerdeki seccade halı, üstüne hoplayıp yattığı çekmecedeki donlar ve fanila içlikler sustu. İnce miyavlarıyla kömür karası, perçemli iki bebe ile bir rengârenk bebeyi sırayla saldı dış dünyaya.

Parmaktan ince, kıvıl kıvıl, ıslak enikler ana göğsünden sütlerini emdiler, emdikçe kurudular, kurudukça süründüler, süründükçe asıldılar, asıldıkça üst rafa çıkıp annelerinin yüreğini hoplattılar. Uykuya daldıklarında anne; pembe burnuyla bebeklerini dürtüp dürtüp beslenme saatinin çalarını ayarladı, her birini büyütüp palazlandırdı ve gözlerini de açtırdı sonunda.

Gün ışığına da, güneşe de, ağaca da, çiçeğe de tanış olacakları zamanlar geldi. Bahar yaza evrildi; sepetler bahçeye çıktı; buharlı, buhranlı geceler başladı. 

Derken, gün dönüp bilinmezi çok geceye evrilirken topluca sırra kadem bastılar. Köpekler mi yoksa kargalar mı? Kahrı saracakken cümle âlemi, anne koşa koşa sabahın köründe bitti, onca izini bıraktığı bahçe kapısının dibinde.

Düğün bayram derken, enselerinden tutup tutup bebelerini, güvenli bir sığınağa, onca aracın vızır vızır geçip gittiği yolun karşısındaki komşu evin bahçesine taşıdığını belli etti, hem de gururla ve övünerek.

Sarı minder boşaldı, havlular yıkanıp yeni durumlar için sepete kaldırıldı. Misafir odası tepeden tırnağa temizlenip havalandırıldı. Arada “Amanın!!! Buraya da mı yapmışlar!?! Burayı da mı tuvalet bellemişler!?! Burayı da mı ıslatmışlar!?!” çığlıkları, duvarlara ve rahibe dokuması halıya ibretlik olarak kaydedilse de bahçeler onların oldu, misafir odası da yeni konukların.

Akşamüstüydü. Dünya âlemin bütün işi gücü omuzlarındaymışçasına geldi sürmeli afet anne. Her zamanki ısrarcı yılışıklığı kısa sürdü bu kez. Bahçenin görünmezi, belli ki serinliğiyle çekmişti kendine onu.

Akşam kuşları coşkuyla cıvıldıyor, tiz ünlemeleriyle nice görkemli ney dinletilerinden daha dinlendirici yayılıyordu çiçek kokularıyla birlikte. Bir sufi tınısıyla ruhlar yıkanırken ansızın açılan iki yumulu göz, koşturup giden anneyi gördü. Ağzında bir karartı vardı ve yolun karşısındaki bahçeye gidiyordu doğru. Gözleriyle takip etse de, kulaklarında bu kez kedere boğulmuş ciklemeler çığlık çığlığaydı. Sufice şakıyan şen cikleme, iç acıtan feryada evrilmişti. Yalvaran acı, nağme olup birbiri ardına boca ediliyordu.

Anneydi, ağlanıp yakaran kuş. Sürmeli kâinat güzeli anne kediden merhamet diliyordu yavrusu için, aman diliyordu. Ayaklarına kapanıyordu. Gerideki cik korosu susmuş, hüznün ağırlığından damla damla gözyaşına dönüşmüştü, en kanlısından.

Ağladı. 

Ağla dı.

 A ğ  l a  d ı. 

A ğ l…. 

İnlemeye döndü c i k kkk…

Sıcak daha da bastı akşamın solgun karanlığında. 

Kendi yavrularına armağan götürmüştü anne, pusuya düşürüp övünerek ağzına aldığı yavru kuşu. Şimdi, gelecekleri için, bir savaşçı öyküsünün ilk sözcüklerini okuyordu gece uykularından önce. “Siz de böyle olacaksınız büyüyünce,“ diyordu. 

Yavrusunu kaptığı anne kuşun yasına ortak, acısına derman olmayı düşünmüş müydü acaba? “Üzülme, günbegün solacak acın.” Köpeklere kaptırdığı yavrularını umarsızca çağırışının öyküsünü anlatsaydı kanatlarını okşayarak, gönlünü ferahlatsaydı.

Kopkoyu sıcağın gün doğumunu bile bastırdığı erken vakitte, yine çimenlikli bayırın en ucunda durmuş, doğurduğu ve büyütmeyi başardığı her bir yavrusunu ayrı ses tınısıyla, yaklaşan arabaya karşı uyarıyordu. Pıtış pıtış koşarlarkenki heyecan; sesinde yükseliyordu da anne kuşun, yüreğine seslenmeyi mi beceremeyecekti?

Sımsıcaktı ve doğa da doğurgan anaydı.