Pelin Aslı Oktay, 1982 yılında Ankara’da doğdu. On yaşından beri yazı, kalem ve kağıtla tanışıklığı bulunuyor. TED Kdz. Ereğli Koleji’nden mezun olduktan sonra İstanbul Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü’nü tamamladı. Yaklaşık 20 yıldır özel üniversitelerde öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır. Edebiyat ve yazmak hayatında her zaman var olsa da, en yoğun şekilde uğraş haline gelmesi pandemi dönemine denk gelmiştir. Çeşitli okur yazarlık atölyelerine katılan Oktay’ın öyküleri Kolektif Öykü Kitapları’nda yayımlanmıştır. Yazma tutkusu ve yazmadığındaki huzursuzluğu sebebiyle bu uğraştan vazgeçeceğe benzememektedir.

Muhtemelen alıştığım ya da alıştırıldığım bu ayrı yaşam güncesi, artık beni olduğum yerden kaldırmaya kararlıydı. İki insanın bir araya gelmek için yüzlerce nedeni ve nedensizliği vardı ayrıca. Bazen ayrılmak çok kolay oluyordu, bazen de birleşmek. Tedirgin ve kararsız olma hali maalesef ne gençliğimin ilk sahnesini hatırlatıyor ne de orta yaşımın en orta haliyle beni yüzleştiriyordu. Geçen zamanın bir ayrılık sahnesi uğruna harcanması ne tuhaftı.

Gözlerimi açtığımda salondan gazete hışırtıları, çay içme höpürdetmeleri, “anasını siktiğimin orospu çocukları” şeklinde küfür seremonileriyle uyanmak… Alıştığım ama alışmak istemediğim bir ürkeklik haliydi. İçimdeki sözleşmeyi de karşı tarafla bir türlü feshedemiyordum. Yatakta cenin pozisyonu aldığım anın, yalnızlaşma içgüdüsüyle doğrudan ilgisi olduğu söylenebilirdi.

Önden düğmeli bebek mavisi geceliğimin düğmeleri yine açılmış, göğsümün bir tanesi açıkta kalmış, külotum baldırlarıma kadar sıyrılmıştı. Sevişme halinin tecavüzden farkı kalmamıştı. Heyecansızlık da umurumda değildi. Devam etmek için ya ertelemek gerekiyordu ya savaşmak. İkisine de gücüm kalmamıştı. İç çamaşırımı uzandığım yerde kendime doğru çekip yataktan hızlıca doğruldum. Birkaç dakika ayaklarımı sallayarak oturdum.

Dişil varlığımı kaybettikçe çocukluğum çıkıyordu içimden. Düğmelerimi ilikledim. Göğüslerimi yine ısırmıştı hayvan; dokundum, acıyordu. Duygusal olmamak için direndim ama gözümden gelen yaşı durduramıyordum. Bir güvercin gibi özgür değildim, bir güvercin gibi tedirgindim sadece. Saçlarımı ellerimle geriye ittirip, içimde kalan ağlama hissini içime attım. Kendime aşk şarkılarını, aşk filmlerini ve incelikli bir kadın olmayı yasaklamıştım.

Ayağa kalktım, iç çamaşırımın ıslaklığı rahatsız etti. Yüzümü yıkadım, dişlerimi fırçaladım. Aynaya bakmadım. Duşa girdim. Uzun uzun sıcak suyun altında durdum. Düşünür gibi yaptım, aklımdan bir şey geçmedi. Vücudumdaki morlukları sevdim. Duştan çıktığımda vajinamda yine garip bir sancı oluştu. Aldırmadım. Lekelere ve morluklara iyi gelen kremimi banyo dolabından aldım, yedire yedire yaralarımın üzerine sürdüm.

Pembe bornozumu giyip, saçlarımın ıslaklığını aldıktan sonra başımı yine pembe baş havlumla sardım. Yatak odasına geri döndüm. Kapıyı kilitledim. Şifonyerden yeni aldığım su yeşili iç çamaşır takımımı giydim. Tanga popomda tam istediğim gibi durdu. Sutyenin göğüs uçlarıma kadar dantelli olma halini de sevdim. Boy aynasında kendime bakarken, yine klip çekme haline büründüm; 15 yaşıma birkaç saniyeliğine geri döndüm. Kendime göz kırptım.

Yatak odasından çıkıp giyinme odasına döndüm. İçerden sert gazete hışırtısı geldi, sonra televizyondan gelen aptal sabah programı cıngılları. İçeri girdim. Dolap kapakları yine açıktı. Sinirle hızlıca giyindim. Aynaya bakmadım. Bacaklarımda ve kollarımda görünen morlukları kapatıcıyla kapattım. Makyajımı arabada yapmaya karar verdim.

Mutfağa gittim, soğuk bir bardak su içtim. Çay demlenen nadir sabahlardandı. Çayımı aldım, ağzıma 2-3 siyah zeytin attım.

“Günaydın,” dedi.

Cevap vermedim.

“Ne bu acele?” dedi.

Cevapsız, kapıyı çarpıp çıktım.

Sıradan bir ayrılık sabahıydı. Asansörü çağırdım, kapı açıldı. Haftanın en az 4 sabahı karşılaştığım üst komşu içerdeydi yine.

Günaydın,” dedi.

“Günaydın,” dedim.

İlk defa göz göze geldik. Yakışıklı olduğunu fark ettim, gözleri de maviymiş, dedim içimden. Asansör kapısı kapandı. O sıfırda indi, ben otoparkta. Arabaya bindim, sessizlik hoşuma gitmedi. Radyoyu açtım. Dönence çalıyordu, uzun zamandır dinlemediğimi fark ettim. “Çatlamış dudağımda ne bir ses ne bir nefes olduğuna” da hak verdim.

Trafikte, köprü girişinde makyajımı yaptım, duran her bir arabanın içindeki hikâyeyi merak ettim. Şişli’ye geldim. Arabayı iş yerime uzak bir sokak arasına park etmek zorunda kaldım. Biraz yürüyecektim. Bagajdan topuklu ayakkabılarımı alıp giydim. Sert rüzgârın etkisiyle savrulan pardösümü silkeleyerek yürümeye başladım. Dar kaldırımların engebeli yüzeyinde topuklarım bata çıka ilerledim.

Tenimde bir sıcaklık hissettim. Karar vermeliydim. Yorgundum. Telaşlıydım. Yavaşladım. Telefonumun saatine baktım. Geç kalmıştım. Hızlandım. Canım acıyordu. Ya yapamazsam? Bu şehirden gidemem. Poğaça kokusu… En sevdiğim. Sevdiklerim nerede? Köşeyi döndüm. Köşeler olur mu? Bankanın önündeki ATM’yi gördüm, durdum. Parasız kalmam da ya yalnız kalırsam? Şimdi değil miyim? Yok, yok. Beklemem, bulurum birini.

Trafik ışıkları. Kırmızı ışıkta bekledim. Çok beklemedim mi ayrılmak için? Yeşil ışık yandı, adımlarım büyüdü. Kalem eteğimin derin yırtmacından morluklarım göründü. Devam ettim. Bir insan kalabalığı. Karar vermeliydim. Kayıtsız kalamadım. Çantam ağırlaştı. Durdum. Kalabalığa yaklaştım, insanlara dokunarak içine girdim.

Bu ülkenin erkekleri hep kaba mıdır? Dokunmayı bilen var mıdır? Yoğun insan kalabalığı en öndeydi. İlerledim. Artık ileri gidecek yolum kalmamıştı, evin anahtarlarını yere fırlattım. Eşyalarımı almasam da olur.

Öne yaklaştıkça sesler yükselmeye başladı. Kalabalığın içine iyice girmiştim. Bir pankart asılıydı: Hrant Dink’in siyah beyaz bir fotoğrafıyla. Pankartta, “Kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz” yazılıydı.

Yanılmıştı. Kara mizahtı. Karar vermiştim; bugün ayrılığın son günüydü. Dolap kapağı açık kalmıştı. Kara mizahtı. Dink’in dediği gibi, biraz ürkekçe bir o kadar da özgürce, bir güvercin gibiydim.