Gözde Uskur senaryo yazarlığı eğitiminin ardından çizime yöneldi. Resimli hikâye kitapları ve illüstrasyon alanında çalışmalar üretiyor. İzmir'de yaşıyor.

-I-

Şişenin Dibinde Kalan Bu Bir Yudumluk Maden Suyunu An ile Hafıza Arasındaki Hayret Verici İlişkiye İçiyorum!

B. gitti.

“Ben gidiyorum” dedi.

G. “Ne zamandır?” diye sordu.

B. “Bir süredir” dedi.

G. çok ağladı. O gidince mutfağa baktı, masanın üzerindeki şeyleri bozmaktan korktu. “Yarın aynı saatte gün ışığı masanın üzerine aynı açıyla vurduğunda hiçbir şey değişmemiş gibi görünecek” diye düşündü. Ama ne o gece ne de ertesi gün evde kalmaya tahammül edebildi. Sokaklarda dolaşırken yine B.’ye rastlamayı umdu, rast gelmediler.

Artık beklenen karşılaşmaların gerçekleşmeyeceğini, bunun karşılaşmanın doğasına aykırı olduğunu biliyor. Çünkü B. ile karşılaşmayı umduğu her defasında, ola ki bu gerçekleşirse, sanki ona rastlamayı hiç de beklemiyormuş gibi yapmayı kuruyor ve böylelikle tüm olasılıkları bir bir kurutuyordu. Akşam eve geldi. Bir hışımla mutfağı toplamaya koyuldu. Ta ki B.’nin içtiği maden suyu şişesini eline alana kadar. Önce şişenin ağzını kokladı, B’ye dair herhangi bir koku duymadı. Şişeyi saklamayı düşündü ama bu fikrin saplantılı yanından hoşlanmadı. Şişeyi atmak için çöpe yöneldiğinde üzerindeki kağıdın özenle ortasına kadar yırtıldığını fark etti. Derken kâğıdın öteki ucuna baktı. B. kağıdı tırnağıyla kaldırmaya çalışmış ve bunu denerken oluşan beklenmedik bir yırtığın tüm ambalajı düzgünce sökmesine engel olacağını anlayarak, kağıdı bir kez de  diğer ucundan kaldırmayı denemiş ve başarmıştı.

Garip olan, G.’nin gün be gün unutacak olmanın yoğun üzüntüsünü duyduğu, mutfakta kahve içip Mastermind oynadıkları, Eski Ahit’ten ve Büyük Larousse’dan bölümler okudukları, başlangıçta B.’nin sigarası G.’yi rahatsız ediyor diye kalkıp birbirlerinin yerine geçtikleri, G.’nin ilaç çekmecesinden “Sıradaki yan etkiler B.’ye gelsin!” diyerek çekip çıkarttığı ilk ilacın prospektüsünü açıp Metsil Fort 80mg Çiğneme Tableti’nin yan etkisine rastlanmamıştır yazısıyla karşılaştığı, dört el şifre kurdukları ve B.’nin ilkini yedi, ikincisini dokuz adımda, G.’nin ise ilkini beş, ikincisini yedi adımda bilerek dört farkla oyunu kazandığı, yine G.’nin fala yatırdığı kahve fincanının içinde, bir kâhine danışmaya gitmiş birinin sırtını dönerek uzaklaşan ruhunu gördüğü ve her ne kadar “Görmek ister misin?” diye sorup fincanı ona doğru çevirmiş olsa da B.’nin oralı olmadığını anlayarak gördüklerini sustuğu, ansiklopedilerin içinden tesadüfen seçtiği ‘DİŞ/ERGEN’ tanımlı yedinci ciltte- işe bakın ki yedi B.’nin uğurlu rakamıdır-

Dölsüz: Yavrusu çocuğu olmayan, Duabanga: Tropikal Asya’da yetişen çok hafif odunsu ağaç, Ehlünnazar: (“Nazar-ehli” demişlerdi ikisi aynı anda) Mutezile kökenli bir terim… Bakışlarıyla karşısındakileri etkisi altına alan sufiler, Ebner-Eschenbah (Marie):Avusturyalı kadın edebiyatçı. Gerçekçilik, iyi niyet, hoşgörü ve mizahla (“Aynı ben” demişti G.) tüm romanlarında ülkesinin köylü ve aristokrat sınıfının törelerini dile getirdi, Ekstrasistol: Kalbin zamansız kasılması… tek başına ekstrasistol tehlikeli değildir, Eğrikapı: İstanbul’da Bizans dönemi sur kapılarından birisinin adı… Bizanslılar zamanında burada ayakkabı atölyesi bulunduğundan “Kaligaria (çarık) Kapısı” olarak anılıyordu,  Dönitz (Karl): Alman amiral. İmparatorluk Deniz Harp Okulu’nda okudu. Birinci dünya Savaşı’nda parlak bir denizaltı süvarisiydi, Eflak: 1. Felekler, gökler. 2. Talihler, kaderler, bahtlar.

-kelimelerini rastgele açılan sayfalardan okudukları, sonra B.’nin Niğde’nin bir ilçesi ile Elizabeth’in aynı ciltte olmasından hareketle, Larousse’un çeviri mi yoksa derleme mi olduğunu merak edip giriş sayfasındaki yayın kuruluna göz atarken ansiklopedilerin nasıl yazıldıkları hakkında fikir yürüttükleri, sonra B.’nin kalkıp kahve fincanlarını yıkadığı, yıkarken kendisiyle ilgili bir konuda ‘iyice kötülediğinden’ söz ettiği, derken iyi ile kötünün aynı anda söylenişine birlikte gülümsedikleri ve nihayet oyunsu baştan çıkarmalarla sonu yatak odasında bitecek bir sevişmeye doğru mutfaktan ayrıldıkları tüm bu anlar boyunca G., B.’nin maden suyu şişesinin kağıdını ne aralık çıkarmaya uğraştığını görmemişti. Oysa şimdi zamanla daha da silikleşecek ve hafızanın ekleyip çıkarmalarıyla gerçekte ne olduğunun asla tam olarak bilinemeyeceği tüm bu anlara nazaran G.’nin elinde emin olabileceği bir şey vardı: B. maden suyu şişesinin kâğıdını sökmeye çalışmıştı. Birisi G.’ye olan biteni yeniden izletecek olsaydı, G.’nin dikkat edeceği ilk şey B.’nin maden suyu şişesinin kâğıdını sökme anı olacaktı. Acaba o sırada ne yapıyorlardı? Susmuşlar mıydı, konuşuyorlar mıydı? B. kendi yazdığı –yeşil.kırmızı.pembe.kırmızı- şifreyi G. çözmeye çalıştıktan önce mi, yoksa telefonda konuştuğu kişiye bir arkadaşın yanında olduğunu söyledikten sonra mı şişeyle uğraşmıştı? G.’nin maden sularını bir dikişte içmeyi önermesi üzerine her ikisi de bitmesine birer yudum kala pes etmişlerdi. Acaba B. kâğıdı sökerken şişenin içinde biraz da olsa maden suyu kaldığını fark etmemiş miydi yoksa bu şeyi kendisine oyuncak etmeden evvel onun tamamen bitmesini bilerek mi istememişti?

Ne var ki tüm bunların hiçbir zaman bilinemeyecek olması bu anı diğerlerinden daha güvenilir kılıyordu. Diğer tüm şeylerin gerçekleştiğinden şüpheye düşülebilirdi, bir tek bu an kendisini zamanla daha da var edecekti. G. görmemişti ve bu sayede B.’nin tırnağının ucu ile yeşil maden suyu şişesinin gövdesi boyunca sarılı kâğıdı önce bir taraftan soymaya çalıştığını, kâğıdın camdan bir bütün halinde ayrılmamaya kararlı olduğunu anlayarak bir kez de diğer ucundan denediğini, bu kez başardığını fakat bir süre bütün olarak soyulan kâğıdın bir noktadan sonra şişenin üzerinde parçalar bırakarak söküldüğünü görünce daha fazla devam etmeyerek şişeyi elinden bıraktığını her zaman hatırlayacaktı.

-II-

Tanıştığımıza Memnun Oldum

Hiçbir şey kaybolmaz. Nereye gidebilir ki. Gidecek başka bir yeri yok. Sözlerin de sözcüklerin de anıların da sıcaklığın da onun sıcaklığının da üşüdüğümü söyleyip ona sokulduğumda kollarıyla beni sarıp başımı yüzüme dayayarak uyumasının da gidecek başka bir yeri yok.

Hafızada durduğu gibi durmaz. Dünya çok büyük, ellerim çok küçük. Tutmak istediğim kadar akıp gidecek. G. tutsa da tutmasa da akıp gidecek.

G. onun gitmesini mi, gelmesini mi beklemişti? Nisan’da onu tanıdığından Eylül’de ona veda ettiği ana kadar… G. yatakta uzanmış, onun odadan çıkışını izlemiş, kapıyı çekişini duymuş, o andan itibaren de ancak kahverengi bir atın göğsüne sığacak kadar genişlemişti hüznü. Ama tüm bu günler boyunca, B. ile geçen düşler boyunca, onu sevmesini, onu özlemesini, onu görmesini, onu çağırmasını, onu kucaklamasını, onu öpmesini istediği anlar boyunca, G. esasta neyi beklemişti? Gitmeden bir an öncesinde onu durdurup şunu sordu: düşünmek mi, düşlemek mi, düşmek mi?

Düşmek. Çünkü ansızın gelir, beklemediğin bir anda olur. G.’nin bekledikleri mi, beklemedikleri mi gerçek olmuştu? B.’yi içinden geçirmediği ender saatler dışında her gün, B’ye dair bir şeyler zihnine düşerken nasıl da B. onu hiç beklemediği anlarda çağırabiliyordu? G. tüm bu çağrıları sanki bir nebi mucizesi görmüş gibi hayrete boğuyor, derin derin soluyor, bazen atlayıp zıplıyor, bazen içine çekilip fısıltıyla teşekkür ediyordu.

“Saçlarımın ucuna nüfuz etti. Bir akşam onu eski hanın balkonundan gördüğümde -onu izlediğimi biliyor muydu?- gözlerimi dört açmış haftalardır onu görmeyişimle biraz kilo almış olduğuna, saçlarını kestirmiş olduğuna, adımlarını bıkkınlıkla atışına bakıp muhtemelen yorgun olduğuna hükümler getirdiğimde, tam köşeyi dönüp de gözden yitişini göreceğimi sanırken o durmuş, eğilmiş ve ayakkabısının bağcığını uzun uzun bağlamıştı.”

‘Zaten gidecek’ diyordu G.

B.’ye kızdığı her an “Siktir et, zaten gidecek!” diyordu. Zavallının kendi kendine saatlerce B.’yle nasıl da sohbet ettiğini B. bilse güler mi yoksa içi mi burulurdu? Kimi buluşmalarında B.’ye anlattığını prova ettiği olaylar, fikirler, anılar, çocukluk hatıraları, kimi şakalar ve deneyimlerden birkaçını mutlak araya sıkıştırıyor fakat her defasında bir türlü, önceden tasarlanmış bu cümleleri kendi başınayken olduğu kadar beceriyle aktaramıyordu. G.’nin tüm bu çabasına karşın B. ne kadar da kendiliğinden geliyordu. Muhtemelen G.’yi etkilemek niyetinde olmadığından “Bunu mu desem, şunu mu desem” diye kurmuyordu. Ne hafiflik!

Örneğin G. ona veda ederken ne diyeceğini önceden biliyordu. Daha ilk buluşmalarından beridir bir şeyler düşünmüştü. Başlarda ona ne kadar güven duyduğundan ama ‘güvenilir birisi’ olup olmadığıyla ilgili bir fikri olmadığından, insanlara getirilen bu tür sıfatları anlamsız bulduğundan -yaşamla ilgili ne çok kafa yorduğunu ona bir şekilde düşündürtmeliydi- çünkü bu sıfatların sadece birer yargı olup gerçekte kimsenin kimseye ‘yalancı biri’ diyemeyeceği gibi ‘dürüst’ de diyemeyeceğinden zaten kişileri ancak onlarla kurduğumuz sınırlı yaşantı çerçevesince bilebileceğimizden bahsedecek; ardından ona sevgi duyduğunu, aralarındaki şeyin bir tür sevgi ilişkisi olduğunu, bunun için illa sevgili olmak gerekmediğini söyleyecekti. Sonunda tam da olması gereken zamanda hayatına girdiğinden, genel olarak B.’nin zamanla nasıl da iyi bir ilişki içinde olduğundan (tıpkı doğru zamanda içimden çıktığın gibi çünkü nasıl seviştiğin günlük yaşamınla paralellikler içerir), ‘zamanlama’ denen şeyin B.’de tam karşılık bulduğundan söz edecekti.

“Bir seferinde habersizce, çalıştığın bara seni görmeye gelirken -artık o sıradaki renklerden midir nedir- İtalya’da bir sokakta olduğumu hissetmiş senin o an elinde tabaklarla kapıdan çıkıp masada oturan iki genç kadına başka bir şey isteyip istemediklerini sorduktan sonra bana rastlamanla sahne tamamlanmıştı. Çünkü gerçekten de bir yönetmen olsa ‘Kadın köşeyi dönünce kapıdan çık, servisini yap, tam dönüp gidecekken kadını gör’ derdi sana.”

Ve teşekkür edecekti tabii. G.’nin tanıdığı kadarıyla -cümlelere belirsizlik katmak iyidir- felsefe okumaya devam etmek için bir yandan para kazanıp bir yandan mülakatlara hazırlanması ve çalışmak istediği konulardan iştahla bahsederken (inancın doğası/bilgi felsefesi/Hegel ve Kant) yüzünde beliren gülümseme ve heyecan ile B., kendisi için ilham verici birisiydi. Onun bunca çabasına tanık olmak -G.’nin baktığı yerden öyle görünüyordu en azından- G.’ye kendi geleceği hakkında düşünme, uzunca bir zaman sonra yeniden heyecan duyma ve arzuladıklarını hayata geçirme cesareti veriyordu. Bu yüzden “Tam vaktinde hayatıma girdin, teşekkür ederim” diyordu.

Fakat G. bunların hiçbirini ona söylemedi. Veda ederken de daha etkileyici olsun diye tüm o güven, sevgi, teşekkür zırvalarına girmeyecek, sadece şu kadarını söyleyecekti:

Tanıştığımıza memnun oldum…

-III-

B. İçin Salt An’ın Eleştirisi

Bir keresinde B.’nin bacağına dokunduğum sırada çok çok eskiden bir fırtınanın koptuğunu gördüm. Tam dizinin arkasındaki boşluğa gelmişti ki elim bir gecede bir gemi alabora oldu. Büyük ve korkunçtu dalgalar ve bir süre oradan oraya devrildiler. Geminin parçaları etrafa saçıldı. Uzun uzun gürledi deniz ta ki ben elimi an’dan çekene kadar. Onun diz kapağının arkasında oldu bunlar ve kimse sağ çıkamadı oradan. // Ya tarih an’larını her bir kimsenin bedenine parça parça kaydettiyse? Bunu okumak kütüphaneler dolusu sayfalardan daha heyecan verici değil mi?

-IV-

Seni Hem Yaşatabilir Hem Öldürebilir miyim?

Kendimi B. ile kıyasladığımda zavallı hissediyorum. Bana kendimi zavallı hissettiriyor. Hiç birisini öldürebilir miydim? Bazen bana B. gerçekte hiç yaşamamış gibi geliyor. Bu fikre kanıyorum.

Bugün B.’nin üniversiteden bir sınıf arkadaşına rastladım, genç bir kadın. Eskiden çalıştığım kafeden ayrılınca yerime o gelmişti. Ben o zamanlar B.’yi henüz tanımıyordum. Ona önce sanki bilmiyormuşum gibi ne okuduğunu, ardından da B.’yi tanıyıp tanımadığını sordum. “B. çok iyi adamdır” dedi. Bana sorsalar acaba ne derdim? B. ne çok iyi ne çok kötü bir adamdır. B. ne mutlu ne de mutsuz bir adamdır. B. ne güzel ne de çirkin bir adamdır. B. için karşıtı olmayan bir şey söylemek mümkün olmalı:

“B. bir hafızı dinlemekten bitkin düşmüş gece kuşunun ötüşü gibi bir adamdır.”

Her gün onu özlüyorum. Sanki hiç kapanmayacak bir mesafe anlarla arama giren. Hiçbiri benim kontrolümde değil artık. Ben baksam da bakmasam da onun anıları radyoaktif parçacıklar gibi durmadan sıçrayarak bazen önüme bazen arkama bazen yürekteki o karanlık göle düşüyorlar. Onu anımsatan şeylerle karşılaşmak beni ağlatıyor. Örneğin çiçek açmış bir ağaç, çünkü onu gördüğümde Nisan’dı ve ağaçlar çiçek açardı ya da kaldırımda önümden geçen bir kedi, çünkü yürüdüğümüz akşamlardan birinde önümüze bir kedi çıkmış, o adım atmaktansa elini açıp kediye nazikçe “Buyurun” demiş ve hayvanın geçmesini beklemişti.

Yine de geçen gün onun ölüm haberini alsam buna bir türlü üzülemediğimi fark ettim. Birisi onun öldüğünü söylese onunla ilgili bana üzüntü verecek şeyler bulmaya çalışıyorum. Cenazeye sevgilisini, sadece o ufak kadını, onun bu ölüm karşısında dolu dolu ağlayışını, şanslıysam çırpınışını ve kendini tüketmesini seyretmek için giderdim. Ben B. için böylesini yapamadığımdan herhalde. Çünkü onu bir yokluk olarak duyacak kadar tanımıyorum. Onu tanıdığım kadarı yalnızca varlığının bendeki bilindik şeylere sinmesine neden oluyor. Öyleyse ben yalnızca onun hatırı için ağlıyor olmalıyım. Bu da onun hatırasını kendisinden daha kıymetli kılıyor olmalı. Zaten unutmanın da hatırlamanın da anın kendisine bir etkisi olmayacak. Biz hatırlasak da hatırlamasak da an kendince yuvarlanacak, kapılardan geçecek, yataklara düşecek. G. her zaman B. konuşurken onun boynuna o kırmızı fuları geçirecek. B. her zaman kendisi konuşurken o fuları boynundan çözecek, sonra birlikte bu eylemi amaçsızca tekrarlıyor oluşlarına gülecekler. Sonra G. yeniden kırmızı fuları B.’nin boynuna geçirecek, sonra B. yine ve yine ve yine ve yine derken G., B.’yi bu fularla kuvvet harcamaksızın boğacak ve B.’nin buna en ufak bir karşı koyuş sergilemeden zarifçe ölüşünü seyredecektir.

-V-

B.’ye Son Soru

Toprak altı solucanı mı,

Her gün kendisini sonsuza uzanan aynalarda gören bir berber mi,

50 yaşına geldiğinde hala Hegel’i anlamak için uğraşacak olan bir felsefeci mi daha varoluşçudur?