İsmim Aysim, kırkları geçmiş bir yaşlarda, hayatımın son beş yılı çölün yeşile döndürüldüğü bir coğrafyada yaşamaktayım. Kendimi bildim bileli hep bir şeyler yazdım, diyebilmek her ne kadar büyülü gelse de kulağa, öyle değilim. Kendini bulanlara, bilenlere de ayrı hayranım. Mesela iflah olmaz bir Tomris Uyar hayranıyım. Korkunç bir hayalperestim. Bir gün o beyaz örtülerlerin serildiği masada, Tomris,Turgut, Ferit, Tezer buluşup öyküleri boş verip aşklarını konuşacağımız günü hayal edip dururum. O gün gelene kadar da hep yazma halinde olacağıma inanıyorum.
Öğretmenlik yaptım. En güzel hikayelerim hep o sınıflarda başladı. Mesleğimi çok severek on sekiz yıl yaptım. Ama içimde hep bir boşlukla yaşadım. Sonra tüm konfor alanımı terkedip çöle geldim. Belki biraz olsun o boşluk kapanmaya başlar diye. Şimdilerde çok okuyor, sık yazmaya çalışıyor, bol soğan doğruyor, nefesim kesildiğinde fotoğraf çekiyorum.
En çok yolda yürürken kendi dilimi konuşan hikayeleri duymayı özlüyorum. Bir de simiti.

Düdük ötüyor. Kapılar gürültülüyle kapanırken kalabalık toza dumana karışıyor. Çantasını koltuğun altındaki boşluğa ayağı ile itelerken kaçamak gözlerle masanın karşısında oturan anne kızı süzüyor. Yorgun gözleri yüzümdeki her ifadeyi takip ediyor, bir taraftan da başındaki yeşilli morlu ipek başörtüsünü düzeltiyor. Bu başörtüsü ona babamın hediyesi.

Babamın annemi terk edeceğini, artık bu saçma duruma daha fazla katlanamayacağını, Hale’yi sevdiğini, ömrünün kalan kısmını da sevdiği kadınla geçirmek istediğini, bunun için de asla pişman olmayacağını anlatıp, bir bavul ile çıkıp gittiği geceydi. Babaannemle odamızda yataklarımızın üzerinde avuç içlerimize bakarak susmuştuk. Kapının desenli buzlu camının ardında öfkeli gölgeler görmüş, yükselen seslerden sonra can sıkıcı sessizlikler duymuştuk. Babam, kapıyı tıklatıp beklemeden içeri girmiş, önce babaanneme sonra da bana sımsıkı sarılmış, elindeki ciltli siyah defteri benim kucağıma, içinde babaannemin yıllarca çıkarmayacağı ipek başörtüsünün olduğu ucuz yaldızlı paketi de komodinin üzerine bırakmıştı. Odamızın önündeki sokak lambasının sarı ışığı yanıp sönüyordu. Gitmişti. Basbayağı terk etmişti bizi. Annesini, annemi, beni.

 

“Affet anne beni” demişti kapıyı kaparken.

 

Güneşin parlak ışıkları ortamızdaki sallantılı masada duran ciltli siyah defterimin üzerinde geziniyor. Etraftaki kokular o kadar birbirine karışmış ki midemin havalandığın hissediyorum. Elimi ağzıma getirince babaannem küçücük ama dünyaları sığdırdığı el çantasından kenarları işlemeli ütülü bir mendili ıkına sıkına çıkarıp burnuma doğru tutuyor. Karşımızdaki anne ve kızı gülümser gibi oluyorlar. Nane limon kokusu tüm kokuları siliyor.

Babamın biz ne yeriz ne içeriz ölür müyüz kalır mıyız diye bir an bile düşünmeden gittiği günlerdi. Okulumdaki son yıllar. Öğretmenlerimden gelen şikâyetler, hayatın yılmayan yükü, aldatılmışlık, yalnız sabahlar, uyunamayan geceler, bitmeyen gündüzler ve annemin yavaşça sönen gözlerinin feri… Annem bir akşam yemeği sonrasında mutfak tezgâhında. Limon kokuyor odalar yine. Elinde silmekten lime lime olmuş mutfak bezi, bir anda duruyor, sıvası çatlaklarla dolu soğuk duvara sırtını dayıyor:

“Artık yapamıyorum anne.”
Babaannemin sesindeki anneliği duyuyorum.
“Güzel kızım, evladın için… analık bu.”
“Sen nasıl dayanıyorsun peki?”
“Sen varsın, Peri var. Nasıl dayanmayayım?”
“Haklısın.”

Annemin sesindeki kayboluşu duyuyorum. O gün babaannem uyku ile uyanıklık arasında söz veriyor:

“Az kaldı, gitcez seninle memlekete, hele kazan şu mektebi.”

Başörtüsünü düzeltirken gizlediği pamuk saçları görünüyor, parmaklarıyla gözlerinin önüne düşmüş birkaç gümüş teli geriye itip, çenesinin altındaki düğümü tekrar atıyor. Gözleriyle camdan dışarıyı işaret ediyor. Dışarıdaki manzarayı yakalamak çok zor; ağaçlar, kırlar, elektrik direkleri, tekrar ağaçlar, arada köprüler, kırlar, ağaçlar sallanırken uykunun kollarına düşmemek olanaksız. Kafamı cama yaslıyorum. Altımızda hızla akan sesleri dinliyorum. Çığlık gibi, kopuk, keskin.

Sonuçların açıklandığı gün odalarına kapıyı çalmadan girişimi hatırlıyorum. Babamla uyudukları yatağın üzerinde, annemin elleri iki yanında tül perdeler gibi sallanıyor, odanın her yanına sinmiş limon kokusu burnumun direğini sızlatıyor, yataklarının tam ortasında sallanan bir annem var. Elimdeki zarfın yere süzülüşünü hatırlıyorum. Sonrası kesik kesik görüntüler; babaannem, komşular, babaannem, çığlıklar, çarşaflar, babaannem, dualar, helvalar, komşular, babaannem… Sonra hep babaannem.

 

Raylar susuyor, yavaşlıyoruz. Karşımızdaki anne kız hareketleniyor. Göz göze geldiğimiz kısacık bir anda, beyaz yüzlerinde hevesli güneşin parlamalarını görüyorum. Babaanneme bakıyorum; başörtüsünün bağını çözmüş, parmaklarının ucuyla saçlarını düzeltiyor. Kısa kesik ilk uyarı düdüğü duyuluyor. Anne çantalarını toparlamış kompartımanın merdivenine çoktan ulaşmışken kızına sesleniyor:

 

“Çabuk ol baban gelmiş, bizi bekliyor.”