Serpil Öktem

Ben Ben Olunca

Bozdoğan Kemeri, Pantokrator Manastır Kilisesi (Zeyrek Cami) ve Fatih Cami’nin gölgelerinin düştüğü Fatih’te, tarihî bir semtte hayata "Merhaba," demiş. Sonra Kız Kulesi'nin üzerinde çığlık çığlığa uçuşan martılarla sohbet ederek ve o martıları bulutlarla konuşturarak büyüdü Üsküdar’da.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Avukatlık ve son yıllarda arabuluculuk yapıyor. Yıllar geçtikçe ve insana dair olanı gördükçe “HİKÂYE”den bir hayatta yaşadığımızı anladı. Bu “hikâyeden hayatın”, kendince hikâyesini yazmayı seviyor.

Kısaca: Serpil’in ortak dil macerası

 

Düğünden sonra gelinle damadın bize bir sürprizi vardı. Bir otelin üst katında geç saatlerde başlayan canlı müzikli bir yere gidip düğüne biz bize devam etmek. Bir gecelik konaklama için ayırdığımız parayı da lastiklere verince, bu sürpriz geceyi geçirmek reddedilemezdi. Çiçeği burnunda öğretmenler ve ben, düğün boyunca süren yerim dar oynayamam hallerinden çabucak sıyrılıverip yerinde duramayan, kaygısızca dans eden liseli bir grup gence dönüştük. Arabeskten popa her türlü müzikte kendimizi piste atıp dans ederken, bir an bile otursak oturduğumuz yerde derin bir uykuya dalacağımız kesindi.

 

O yıl yaşımızdan beklenmeyecek kadar ağırbaşlı, temkinli ve tembihli yaşıyorduk… Dans ederkense… Dans ederken yaşamakta olduğumuz şehirlerin sınırları dışında bıraktığımız özgürlüğün tadını çıkarmak istiyorduk. Gecenin sabaha yakın zamanında müzik bitti, gelin ve damat bizi yolun kenarında bıraktığımız maceramızın başkahramanı, külüstür arabamıza kadar yolculadı. Vedalaşıp yollara koyuluyormuş gibi yaptık. Nazmi şehirden çıkmadan yolun kenarında bir otoparka girip durdu. Gün ışıyana kadar biraz kestirmek üzere park etti. Çok geçmemişti ki gözümüze giren ışıklarla ve mekanik seslerle irkilerek uyandık. Gün ağarmaya başlamak üzereydi. Dışarıda bir ekip aracı, yanı başımızda biz yaşlarda bir polis memuru. Elindeki fenerin ışığını, aracın içinde gezdiriyor ve yüzümüze tutuyordu. Nazmi direksiyondan başını kaldırıp yüzünde patlayan ışıktan kurtulunca arabadan inip, uyku sersemi zar zor bulduğu asker kimliğini gösterdi. Polisle Nazmi arasındaki diyalog koyu bir sohbete dönüştü. Bu arada gün aydınlandı. Anlaşılan tadına doyamadığımız uyuklama bir saati bile bulmamıştı. Arabanın içinde kâh söylenip kâh gülüyorduk. Nazmi’nin dostluk kurma becerisi sayesinde polis memurlarından öğrendiği kestirme yollarla yolculuğumuzun kısalacağı haberi keyfimizi yerine getirdi. Baraj kenarında balık yeme, nehir kıyısında semaverde demlenmiş çay içme dahil, hesapladığımız saatte geri döndük ve aracı sahibine, yorgun bedenlerimizi yataklarımıza teslim ettik.

 

Sabah uyandığımda kızlar çoktan okula gidip ders anlatmaya başlamışlardı. Hemen fırladım yataktan, bin pişmanlık içinde kitaplarımı masanın üzerine dizip içlerine gömüldüm. Dakikası bile kıymetli sınav döneminde günler kaybetmiş olmamın vicdan azabı ile bir türlü okuduklarımı anlayamıyordum. Derhal suç mahallinden uzaklaşmalıydım. Aniden karar verip kızlar okuldayken çantamı topladım ve “Ben kendimi gömmeye gidiyorum kızlar, elbet bir gün buluşacağız, sepet sepet yumurta sakın beni UNUTMAYINIZ” diye not bıraktım. Sırt çantamı alıp Munzur üzerinde şehrin iki mahallesini bağlayan köprülerden en sevdiğim İp köprüden geçerek şehre indim. Telaşla Elazığ’dan geçen ilk otobüse bindim. Elazığ Otogarı’nda inip, İstanbul’dan gelip Diyarbakır’a gitmekte olan otobüslerden birine yetiştim ve yurda geri döndüm.

 

Yol boyunca, kendimle hesaplaştım. Hatta, bir ara kendime o kadar hırslandım ki ne aptallığım kaldı ne sorumsuzluğum… Neye güvendim ki bu kadar! Ah şu hayır diyememe huyum.! Ama düğüne gitmesem de üzülecektim.! İddia eden de benim savunan da. Sonunda hükmü veren de.

 

Elbette ara sınav notlarım çok iyiydi belli ki biliçaltımda beni hafta sonu düğün kaçamağına teşvik eden buydu. Ammavelakin sonucu belirleyecek olan bu final notlarıydı. Peki kulağıma küpelenen tembihlerden, cebimdeki deniz kokusundan bu vicdan azabı durumuna hangi ara geçmiştim ki ben.

 

Yurda geldiğimde ise yarama tuz basarlarmış gibi bir de ne göreyim. Kızlar çoktan memleketlerinden dönmüş, ders çalışmak için yurdun kütüphanesine kapanmışlardı. Yurt, zar zor alıştığım o pervasız gürültülerden garip bir sessizliğe bürünmüştü. Ne mi oldu? Kızgın suya düşmüş kurbağa misali o kitaptan diğerine atlamaya başladım. Benim gibi başka bir üniversiteye geçme mecburiyetleri olmamasına rağmen kızların bu hali içimdeki vicdan azabını katlanılmaz hale getiriyordu. Kendi kendime kızların bu ders çalışma tempolarında bir gariplik var diyordum ama üzerinde düşünmeye zamanım yoktu. Bu vicdan azabı beni bitirecekti, bastırmak için “Her seferinde böyle oluyor, döner dönmez derslere sıkıca sarılıyorlar kısa bir süre sonra gevşiyorlar” diyordum. Bir başka gariplik de bu sefer hiçbirinin memleketten gelirken bal, pekmez, peynir gibi yöresel şeyler getirmemiş olmalarıydı. Sözleşmiş gibi!!! Oysaki daha önceleri memleketten getirdikleri yiyecekler bitince bu ruh halleri de normalleşiyor, kütüphaneye inmeleri de azalıyordu. Yiyecek yoktu dolayısıyla normalleşme de!

 

Belki de asıl hikaye tam da burada başlıyordu!

 

Hepimiz farklı şehirlerden gelen yedi kız, aylar içinde birbirimizi tanımıştık. Benzerlik ve farklılıklarımızla kaynaştırdığımız ve zamanla geliştirdiğimiz ortak bir dille birbirimize sıkı sıkı tutunmuştuk. Hiçbirimiz kendi memleketlisi veya okulundan bir kızın bulunduğu başka bir odaya geçmek için bir istek duymuyorduk. Birimizde var olan bir şey diğerinin eksiğini kapatıyordu. Mesela benim çamaşır leğenim yoktu. Elektrikli su ısıtıcısı içimizde en cesur, kural kırmayı seven Halide tarafından temin edilmişti. Ütümüz başka bir arkadaştan, saç kurutma makinesi benden. Yok yoktu, bizim odada.

 

İşte böyleyken ben katı pişmiş yumurta yemem, pirinçli ıspanak yemem diye nasıl tutturabilirdi ki insan. Bir baktım ki çocukluğumdan beri zorla yedirilen katı pişmiş yumurta, yarım ekmeğin içine konulunca yanına da çok şekerli bir bardak çay ile sabah kahvaltısının vazgeçilmezi olmuştu. Ispanaktan birkaç kaşık çorbaya katılınca ayrı bir lezzet. O yıllarda çok sevdiğim, kızlara da anlattığım Rus salatasını şehirde arayıp bulamayınca, bakkaldan aldığımız mayonez ve bezelye konservesini karıştarak yaptığımız Rus salatası taklidi bir şey bu kadar mı leziz olabilirdi hepimiz için.

 

Karşılaştığımız her sıkıntıya mutlaka birisinin bir çözümü oluyordu. Kantinden çay alıp gelmek saatleri buluyordu. Bazı odalarda plastikten elektrikli cezve olduğunu, bununla çay ve kahve yaptıklarını ama iyi saklamamız gerektiğini öğrenen Halide, kışın paltosunun içinde odamıza bunu getiriverdi. Saç kurutma makinesinden ve ütüden sonra en değerli eşyamızdı bu. Ama ilk zamanlar kullanmakta tereddüt ettik.

 

Bazı akşamlar yurt yöneticileri denetleme yapıyor ve aniden odaya girip dolaplara, ranzaların altlarına bakıyorlardı. Biz su kaynatma makinesini bir siyah poşet içinde çalışmayan duşlardan birinin kapısının arkasına çaktığımız çiviye asıyor, yiyecekleri de camın önündeki dolapları çekerek balkon kapısının arkasına saklıyorduk. Bazen gafil avlanıp elektrikli su kaynatma makinelerinin yakalandığı oluyordu ama biz hiç yakalanmadık. Yurt yöneticileri usulen koridorlarda biraz bağırıp çağırıyor ve gidiyorlardı. Elbette yönetim her şeyi biliyordu ama bu baskınlar yurt yaşamının geleneksel ritüeli olarak orada duruyordu.

 

Dört pembe çarşaflı ranza ve sekiz demir dolapla sıkıştırılmış o küçücük loş odada, ranzaların alt kat sakinlerinin üst kattakileri misafir ettikleri ve balkon kapısının arkasına gizlediğimiz memleket mahsulü yiyecekleri her an basılacakmış korkusuna bandırıp zevkle yediğimiz bu anların adı Ranza Misafirciliği idi. Önümüzde açılmakta olan hayat kapısının eşiğindeyken oynadığımız bu Ranza Misafirciliği oyunu, çocukken oynadığımız evcilik oyunu kadar içten ve masumdu.

 

Yiyecek paylaşımı ile başlayıp, aylar geçtikçe eşyalarımızı sonra da sevinçlerimizi, korkularımızı, umutlarımızı paylaşır olmuştuk. Telefona koşarak gidenin dönüşte ne haber aldığını içeri girişinden anlar, hemen toplaşıp konuşurduk. Final dönemi gelince aramızda sessiz bir dil de oluşmuştu. Konuşmadan anlaşmaya başlamıştık neredeyse. Geceleri birimiz kütüphaneden uyumaya odaya gelince tembihleyen arkadaşımızı sessizce uyandırıyorduk. Kütüphanedeki sandalye numarasını yazdığımız kağıdı eline sıkıştırıyor veya uyanamıyorsa yastığının altına bırakıyorduk. Kendimiz de yatağa sessizce süzülüp gün ışımadan uykuya dalabilmeyi umuyorduk. Sabaha kadar kütüphanede ders çalışmış arkadaşımız okula gidecek arkadaşlarımızı uyandırıyordu. Onlar da sabah yemekhaneden getirdikleri ekmek, yumurta, reçel vs. kahvaltılıkları dolabına koyup anahtarı da uyuyan arkadaşlarının yastığının altına bırakıyordu.

 

 

Her akşam boğazını temizleyerek ve mikrofona vurarak davudi sesiyle yaptığı anonsları artık kısık sesle ve sadece iki kere tekrarlıyordu. Şehmuz amcanın bu özenli anonslarına kızlar sadece kendileri için kulak kabartmıyor o sırada uyuyan veya kütüphanedeki oda arkadaşının isminin anons edilip edilmediğine de dikkat kesiliyorlardı.

 

Derken bir cumartesi sabahı Şehmuz amcanın olabildiğince kısık sesle “Dikkat dikkat…  (bir iki derin nefes, tekrar) Dikkat dikkat… Kızlar hamama sıcak su verilmiştir” demesiyle yurtta ne zamandır hasret kaldığımız uğultulu bir hareketlilik başladı. Koridorlarda o tarafa bu tarafa koşturanlar, merdivenden atlayıp zıplayıp kütüphanedeki arkadaşına müjdeyi verenler yurdu panayır yerine çevirmeye yetti.

Şehmuz amcanın kızların o yana bu yana koşuşturması ile başlayan hareketliliği kontrol edemeyeceği kaygısı ile o davudi sesinin tüm coşkusuyla hoparlörden “Kızlar telaşe etmeyiniz. Sıcak su akşama kadar verilecektir, güzel güzel yıkanın” diye yırtındığını duyunca hepimiz gülme krizine girdik. Kimimiz Şehmuz amcanın söylediğini tekrar ediyor kimimiz lafının üzerine laf söylemeye çalışıyordu. Kelimeler kifayetsizdi… Kahkahadan yerlere yıkılıyorduk. Ayıp olmasa karnımızı tuta tuta aşağı inip, Şehmuz amcayı yanaklarından öpecektik, o derece.

 

Biz gülme krizinde iken içimizde en ağırbaşlı olan öğretmen adayı arkadaşımız durumu anlamak için başka odalardaki tecrübeli arkadaşlarından bilgi toplamıştı. Yurt yönetiminin her yıl final döneminde kızların hamam sefası diye adlandırdığı böyle bir sürprizi oluyormuş. Ama bu hamam sefası ne yazık ki bizim bulunduğumuz yurtta değilmiş. O yıllarda Diyarbakır’ın en sosyetik caddesi olan Ofis’in diğer ucundaki yurtta oluyormuş bu. Ortalık biraz yatıştıktan sonra oda sakinleri olarak bu sefadan mahrum kalmamaya ama öğleden sonraya bırakmaya karar verip, kitaplarımıza geri döndük.

 

Final dönemi boyunca gittikçe azalan telaşe ile her cumartesi Ofis Caddesi boyunca kızlar hamam sefasına gidiyor, hamam sefasından dönüyor. O yaz sıcağında dükkânlarının önünde bekleşen esnafın bu sefadan kendilerince nemalanmalarına ilişkin hikayeler yurdun içinde kimi zaman kızgınlık kimi zaman kahkahalara sebep oluyordu.

 

Bir iki tecrübeden sonra, biz sabah erkenden diğer yurda gidip, esnaf dükkânını açmadan dönmüş oluyorduk. Dönüşte pastaneden aldığımız poğaçalar, börekler ve pasta ile yaptığımız bir kahvaltı ile yurt yönetiminin bu jestini taçlandırmayı ihmal etmiyorduk. Bu anlar kendimizin dışına çıkıp on ay boyunca her gün birbirimizden ve çevreden öğrendiklerimizle oluşturduğumuz ortak bir dille ve o dilin sahibi yedi kız arkadaşımla son güzel anılarım olarak hafızamda tüm tadıyla kalıyordu.

 

Finaller bitince ise… Sırası geldiğinde onu da anlatacağım. Telaşe etmeyiniz.