İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

Gün usul usul aydınlanıyor. Gecenin karanlığı isteksizce yorganını yeni günün üzerinden çekerken soluklaşıyor, uzaklaşıyor. Kar, beyazlığını şimdi yeniden yaldızlamış, pullamış ama yerdeki kan gibi allamak istememiş belli ki.

Katıksız kar beyazının üzerinde geceden kalmış kırmızılık, ne de masum ve hatta biraz da mahcup yayılıvermiş öylesine. Bir iki damla önüne düşmüş lekenin. Bir iki damla da gerisine.

Makul, masum ve biraz da mahçup, çokça hüzünlü. Kar ışıldıyor, bir çift de elmas küpe. Daha düşerlerken uykuya dalmışlar gibi. Şimdi doğan günle uyanmışlar da, gökkuşağından ışıltılarla oynaşıyorlar sanki. Simli kardan yatak her ikisine de dostça kucak açmış, ne güzel. 

Gecenin koyu örtüsüyle küpeler ışıldayadururken, bir damardan süzülen sıcacık kan, karın yumuşak yatağında sızarak derine indi, ferini rengini de sildi, solduradurdu. 

“Lodos görmesine görmüştü kar’ın Müjü.” Ama yine de yanar döner, ışıktan sahici tozdu yüzeyi. Pırıltılara bakıp sevinmiş, “kayılmaz mı, pek de güzel kayılır,” demişti iç sesin.

Tepede güneş, önünde uzanan, gözün alabildiğiyle uçsuz bucaksız beyazlık, gölgeli koyu çamlar dahası soğuğun keskinleştirdiği ama kesemediği soluğunla içine çektiğin taptaze hava da, “kayılmaz mı hiç, bal gibi kayılır” dedirtmeye yetmişti sana. Salıvermiştin kendini okyanusta bir yelkenli esrikliğiyle… Kıvrıla kıvrıla. Elindeki batonlara da, ayağındaki kayaklara da sözünü geçire geçire bir oraya bir buraya…

Yanakların kendi rüzgârının çiziktirdiği sertlikle kırmızı ve al, artık duracaktın kapısına yakın kaldığın otelin…

Bedenin gibi beyazdan yorulmuş gözlerin, içerinin sarı sıcak ışığıyla hak ettiğini söylüyordu artık ateşi de, rehaveti de, sıcacık bir yudumu da… 

Neredeyse son adımındı ki;

Korkunç, arsız, davetsiz, yakıcı bir acıyla sarsıldın. Elinin tersiyle itip uzaklaştıramadığın şiddetli bir iç burkulmasıyla kapandı içindeki kapılar tek tek. Sana yakıştırdıkları, içini yırtan acısıyla seni dışarıda bırakıyorlar, içeri almıyorlardı sanki. Solup içine çekilen uyuşmuş belleğin de usul usul uyuşturuyordu kendini. Bir yandan da yaptığı bencillikten utanıp fısıltıyla “hayır ölmedin, bu dünyadasın, acın var” demeyi sürdürüyordu. 

Şiddetinden her şey birbirinin içine geçiyor içinde Müjü’nün. Kemikleri, kanının zerreleri… derken dizleri çözülüyor, parmakları kilitleniyor, tırnakları avuçlarının içini delip geçen elleriyle karanlığın ta başına doğru kayıp gitmesini engellemeye uğraşıyor. Durdurulmalı ki, acıyı duymayı sürdürmeli, hayata asılabilmek için soluk alıp verebilmeli.

Bu çabasını kendisinden alıp götürecek toplu iğne başı kadar küçücük bir kan topağı…Hani pıhtı derler ya, işte ona geçit vermemeli.

Dur, dur başardın Müjü…Birisi yanaştı yanına, yardım ediyor bak direnmene, pıhtıyla baş etmene. Bedenini olanca şiddetiyle yere bastırarak kara gömüyor adeta. “Kıpırdamayın lütfen” diyor adeta yalvararak. “Ben doktorum, güvenin bana!”

Sonunda ettiğin duayla yaşamda kalmana destek veren birisi var yanında. 

“Özür dilerim,” diyor. Sizin yaralanmanıza ben neden oldum!

Duyuyorum, kulağıma geliyor  “Ölmeyeyim daha, erken. Yapacaklarım var, çocuklarım genç…” diyorsun.

 

Benim kulağım seninki gibi kanamıyor, duyuyorum. Sen beyaz karın üzerine habire yayılan kızıllıktan habersiz, uğuldamaları, çınlamaları, yankılanmaları, kısacası oradaki ölüm-kalımı dinliyorsun. “Bana bir şeyler oldu ama…” diyorsun. Sahi diyor musun?

Bir kaza oldu diyor, doktor olduğunu söyleyen adam. Sonra susuyor. Ölümcül bir suskunluk. 

Şimdi karların sessizliği fısıldayarak anlatıyor kesilmiş, kan revan içindeki yarısı yüzünden ayrılıp kopmuş kulağına.

Önce boynuna dolanan teleskinin halatı seni gökyüzüne fırlattı, sonra da karların içine savurttu attı.

Çünkü, onu kullanan acemiydi. Senin salına salına ona doğru edalı gelişinden korktu, çarpışacağınızı düşünüp kendisini kurtarmak için ansızın bırakıverdi ellerini. Bacaklarının arasındaki “T” biçimindeki oturak başıboş, delibozuk boşalıp kurtuldu. Önce bir savrulup havalandı, daha da hız kazanarak önce sana çarptı, sonra çelik halatıyla boynuna dolandı…

Sarı anorağını çenene kadar sıkı sıkı kapatmıştın çıkarken…Hiç çıkarmadığın minik elmas küpelerin kulaklarındaydı…Terleyip de açmamışsın yakanı iyi ki…Felaketini hazırlayan çelikten halat, incecik boynuna dolanıp ta anorağının korumasını umursamadan çeneni ve kulağını dişine göre bulduğu çok belli… 

Daha çocukluğundan beri kızıp hiddetlendiğinde, bağıramadığın için sessiz isyanına boyun damarların oklava gibi kabarırdı da seni tanıyanlar çok gülerlerdi. “Bak yine kızdı işte,” diye dalga geçerlerdi. Dertleri güzel yüzüne duydukları haset miydi, oklava damarların öfkesi miydi, kim bilir?.. Daha çok kızdırmak isterlerdi, sessiz isyanınla alay etmek için. 

Neyse ki isyankâr damarlı cesur boynun korumadaydı kar anorağın tarafından…Kulağın parçalanmıştı ve öyle kar şerbeti gibi kanıyordu sızı sızı…Çene kemiklerin direnmişti, sözlerin gibi olmasa da. Çatırdayıp yarılsa da durdurmayı başarmıştı kafasına buyruk halatı…

İşi hayat kurtarmak olan doktor, az kalsın öldürüyordu seni.

Olayın şokuyla oradan kaçmayı, yok olmayı düşünmüş müydü bilinmez ama omuzlarından adeta çiviler gibi kara bastırıyordu seni. Bir yandan da “Çok rica ederim kıpırdamayın, başınızı oynatmayın, hayati tehlikesi olabilir hareketlerinizin,” diyordu. Kendi hareketinin yarattığı ölümcül tehlikeyi düşünerek mi söylüyordu kim bilir? 

Kulağın kanıyor, için acıdan kavruluyordu ama duyuyordun söylenenleri ve zavallı boynunu eğip yapıyordun celladının dediklerini.

Gün iyice dönmüş, akşam çökmüştü usul usul. Uzandığın kar sedyesinde gökyüzündeki yıldızları görüyordun.

Yazın sırtüstü yattığın serin kumların üstünde seyredip dost olduğun yıldızlar tek tek uğurluyordu seni gözyaşlarıyla. Diren diyorlardı, gelme yanımıza. Kayıp kaybolan yıldızlara küsmeninse yeri değildi şimdi.

Dönüp duran kırmızı siren ışığı beyazlığı da karanlığı da kayırmadan kıpkızıl yarıp tarıyordu. Kızaklı kar ambulansı karları, buzları yarıp yetişmişti.

Bir çift elmas küpe elleriyle bırakılmış gibi oradaydı, kanın şerbetiyle ikramda kusur etmemiş ocak karının göğsünde.  

Sabah olacak, gün ışıyacak, küpelerini oracıkta kocan bulacaktı…Ölümden çalınan tek bir nefes gibi.