İnan Çetin

Bir Oyun-Bilim Olarak Edebiyat ve Emek

Tunceli'nin küçük bir dağ köyünde dünyaya geldi. İçinden yetiştiği kültürün izlerini özellikle Kureyş'in Kurtları adlı öykü kitabında ve Vadi adlı romanında yansıttı. İlk ve ortaokulu Tunceli'de, liseyi İstanbul'da okudu. AÜ İktisat Fakültesi Kamu Yönetimi okurken kütüphanecilik, kitapçılık, yayıncılık işleriyle uğraşmaya başladı. Tarih, felsefe, teoloji, sanat tarihi ve resim alanlarında özel dersler aldı. Arkadaşlarıyla birlikte Beyoğlu'nda Bilimsel Eserler Kütüphanesi'ni kurdu. Bu girişimi uzun ömürlü olmadı ama 1990'da öykü yazmakla başladığı yazarlığının serüveni burada ilerledi. İlk kitabında yer alan öykülerin bazıları burada doğmuştu. 1995 ve sonrasında Adam Öykü dergisinde yayımlanan öyküleriyle edebiyat çevrelerinin dikkati çekti. Daha kitapları yayımlanmamışken öyküleri üstüne eleştiri yazıları yayımlanan yazarın ilk kitabı Bin Yapraklı Lotus 2003'te basıldı. Öykü, roman, çocuk kitabı, seçki, çocuk kitabı, kurmaca-biyografi, deneme alanlarında ürün veren İnan Çetin, çeşitli dergilerde inceleme ve eleştiri yazıları da yazıyor. Bir dönem Sarnıç Öykü dergisinin yayın yönetmenliğini yapan yazar, Kureyş'in Kurtları adlı kitabıyla Yunus Nadi Ödülü, Vadi adlı romanıyla Notre-Dame de Sion Edebiyat ödülünü kazanmıştır.

Emek ve edebi yaratıcılığın tuhaf bir akrabalığı var. Elbette çok eski zamanlarda -ki zaman sözcüğü olmadan bir şeyi anlatmak zor- yazılı edebiyat yoktu. Edebiyat sözlü olarak zihinsel emekle üretilir, belleklere aktarılırdı. İnsanoğlu edebiyatın zihinsel bir uğraş olmasının ötesinde fiziksel bir emeğin ürünü olduğunu yazıyla birlikte öğrendi. Eski çağlarda fikir üretmek, yazı yazmak kutsal bir uğraştı, biz böyle biliyoruz çünkü düşünen, sorgulayan insan ve yazı araç gereçleri nadir bulunurdu. Bugünkü edebiyatın “kutsallığı” çok eski zamanlardaki kutsallığın taklididir. Ancak edebiyata verilen emek eski zamanların taklidini aştı, ölçülemezi ölçme çabasını yani edebiyatçıların edebiyata verdiği emeğin değerini ortaya koydu.

 

Hiç kuşkusuz her edebiyatçı günlerce, haftalarca, yıllarca üzerinde çalıştığı eserlerinin maddi ve manevi karşılığını, emeğinin değerini görmek ister. Emeğin kutsallığı da bu karşılığın alınmasıyla birlikte yaşamın devamlılığını sağlamasından gelir. Kutsal edebi metinlerden modern edebiyat eserlerine kadar her gerçek edebi metin dünyanın biçimlenişinde, toplumun ya da bireyin yönünün belirlenmesinde kısacası yaşamın yeniden üretilmesinde önemlidir. Dolaysıyla görgü, kültür, yaşam tarzı gibi kavramları içeren edepkökünden gelen edebiyat zamanla daha büyük ve kutsal görevler yüklenmiştir.

Örneğin, Binbir Gece Masalları‘ndaki Şehrazat’ın yüklendiği görev bunların başında gelir. Şehrazat’tan sonra gelen kuşaklar da bu edebi görevi sürdürmüş, edebiyat emek ilişkilerini bu görev arzusu üzerinden tanımlamış, belirlemişlerdir.

Binbir Gece Masalları‘nda hükümdar sultanını bir köle ile sarmaş dolaş yakalar. Bunun üzerine her gece bir bakireyle yatar, gecenin sabahında yattığı bakireyi öldürür ki bir daha aldatılmasın. Şehrazat bu vahşeti durdurmak için gönüllüdür. Hükümdara kendisini öldürmesin diye devamı hep ertesi geceye kalan hikâyeler anlatır; onu her gece hikâyeler yumağına dolar. Bu sayede öldürülmesinin önüne geçer. Hükümdar yarım kalan hikâyenin devamını dinlemek için Şehrazat’ı öldürmeyip ertesi gecenin sabahını bekler ama bu durum yıllar boyunca böyle sürüp gider. Sonunda hükümdar ölüm saçan bir insan olmaktan çıkar. Binbir emekle hikâyeler üreten Şehzarat nasıl ölümü durdurabildiyse günümüz edebiyatçıları da çağının sorumluluklarını çağının gereklerince yükleniyorlar. Bu bakımdan emeklerinin verdiği meyveyi yemek isteyen edebiyatçılar ile tarihi gerçekler bazı yönlerden ters düşüyor ya da örtüşmüyor. Birbirinden ayrı hikâyelerden oluşan o büyük anlatının sürekliliği sonsuz parçalara bölünüyor; kutsal metinler, efsaneler, masallar, destanlar, hikâyeler, öyküler, romanlar, şiirler ne kadar eski olurlarsa olsunlar bir noktadan ötekine emeğin ürünü olarak belleklere kaydediliyor ve bu kayıt elbette gelecek kuşakları tarihe bağlı kılıp emekten önce edebiyatın kutsallığını öne çıkarıyor.

 

Aslında emek-edebiyat ilişkisinde tarihin karanlık noktalarına kadar gitmek mümkün olsa da günümüz gerçekliğinde bu ilişkide at izi it izine karışıyor. Bunun nedenlerinden ilki, her ülkede edebiyatın ülküsünü, amacını belirleyen bir kültür politikasının olmayışıdır. İkinci neden ise edebiyatın gücünün kültürel değerlerden koparılarak bir illüzyon seviyesine getirilmesidir ki neredeyse tüm sosyal bilimlere kök olmuş edebi kaynağa verilen emeklerin boşa çıkarılması demektir bu.

 

Edebiyat insanın muhatabı olan her şeyle ilişkisini kurmaya, kurgulamaya ve insanın kendisiyle (özüyle) ilişkisini araştırmaya, açıklamaya çalışan bir oyun-bilimdir. Bu oyun-bilim diğer sosyal bilimler alanında olduğu gibi bir disiplinle yapılır ki uygulayıcısının ya da oyun-bilimin oluşturucusunun veya yaratıcısının kendisiyle de tanışmasına yarar. Evet, bir oyun-bilim olan edebiyat, tüm sosyal bilimleri açan altın anahtardır. Ölçüsü ise mantıktır. Konumuzun özünü oluşturan edebiyat ve emek ilişkisi bu mantığa dayanır çünkü insanın en işler özelliği harcadığı emeklerden edindikleridir. Üretimdir. Yaratım ya da oluşum da verilen bir emeğin sonucudur; yoktan var eden gücün simgesel karşılığıdır oyun-bilim.

 

İyi güzel de, karşılıksız emek vermeyi övmeyeceğim. Yerecek de değilim. Ancak edebiyatın yüksek değerler için verilen bir uğraş, yapılan bir iş, maddi karşılık beklenmeden harcanan bir emek oluşu da çok eski bir alışkanlıktır. Bu alışkanlık, özellikle toplumların büyük değişimler geçirdikleri dönemlerde burjuva olarak tanımlanan sınıfın içinden çıkan yazarlarca kendini açığa vurmuştur. Hayatlarında ani bir kopma olup kendilerini bir davaya adayan veya bir topluluğa adayan insanlara benzer bir şeydir bu. İmrenilir bir durum da olabilir. Yine de edebiyat, gücünü elbette karşılık beklenmeden yapılan uğraştan almamıştır. Edebiyat gücünü taşıdığı altın anahtardan alır. Bu anahtarın kullanıcısını veya yaratıcısını iki âlemde de mutlu etmesi gerekiyor ki daha iyi eserler ortaya çıkabilsin. Birinci yer, yazarın kapandığı yazı odasıdır, bir bakıma zihninin odası. Diğeri ise o odanın dışındaki mekândır ki bu da harcanan emeğin karşılığı olan maddi ve manevi gücün iyi, düzgün, bolluk içinde işleyişiyle mümkündür.

 

Sözün özü, hikâyesiz olmak insana özgü değildir. Hikâyesiz olmak evrenin enginliğinde kaybolmaktır. Ancak hikâyeler edebiyatçıların emeğiyle birer oyun-bilime dönüşür, hayatın işleyişinde yararlı ve keyif verici olabilirler. Bu bakımdan emek-edebiyat ilişkisini bir annenin yavrusuna gösterdiği ilgiyle karşılaştırabiliriz. Bu, sanırım oldukça açıklayıcı olabilir: Bir annenin yavrusuna sevgisi sınırsızdır, fedakârlığı mutlaktır. Anne bu sevgiyi etinden kanından süte dönüştürerek maddi olarak da yavrusuna sunar. Ancak bunun için çok emek harcaması gerekir. Emeğinin esas karşılığı kanından canından doğup yetişen yavrusudur. Yine de annenin bu sınırsız sevgisinin sürmesi, etinin ve kanının süte dönüştürecek malzemeyi bulmasına bağlıdır; yani annenin sınırsız sevgisi onu besleyen kaynağından önce gelir ama merkezinde yaşam vardır.

 

Hayat bir dengedir, sırrını ve amacını hâlâ anlayamadığımız doğamızla ve doğal çevreyle hayat arasındaki dengeyi kurabilmiş oyun-bilimcilerin emeğine dünden daha çok ihtiyacımız olduğu da açıktır.