1987 doğumlu Günsu Özkarar, 2008 yılında Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Viyola Ana Sanat Dalı’ndan onur derecesi ile mezun olup, İsviçre’ye taşındı. Bir taraftan Hocshule der Künste Bern’de yüksek lisans yaparken, bir taraftan da Orchester der HKB, Schweizer Jugend Sinfonie Orchestra, The Women Orchestra of Switzerland’da çalarak, Avrupa’nın farklı şehirlerinde konserler verdi. Yurda döndükten sonra İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Sanatta Yeterlilik çalışmalarını tamamlayıp, bitirme tezi “Tarihsel Süreçte Gelişen Viyola Ekolleri”ni kitap olarak yayımladı. Yazı ile yolu Artemis Yayınları‘nda staj yapması ile kesişti ve Mario Levi ile yaratıcı yazarlık derslerine başladı. “Küflü Virgül’ bu sürecin sonunda Özkarar’ın çıkardığı ilk öykü kitabı oldu. Ayrıca üç yıl da Milliyet Sanat’ta çalışarak, yayıncılığı yakından öğrenme fırsatı yakaladı. O dönem yaptığı röportajları topladığı Bazen Olur isimli kitabı KDY çatısı altında çıktı. Ardından Liseli Bir Genç Kızın Şiir Defteri’ni yayınladı ve Galata Perform çatısında sahnelenen “Fil Rüyası” isimli ilk tiyatro oyununu kaleme aldı. 2023 baharında “İki Kadın” isimli ilk romanı çıkan yazar, keman ve viyola dersleri vererek, basında kültür yazıları yazmaya devam etmektedir ve Fil Rüyası hem Mitos Boyut’tan basılı olarak hem de İngilizceye çevrilerek Amazon’da dijital olarak yayımlanmıştır.

“Dünyada anıt kadar görünmez bir şey yoktur.”

Gözümün açılıp açılmadığını gecenin zifiri karanlığından anlayamadım. Gördüğüm kâbus uykumu bıçak gibi kesmişti ve bıçak boğazıma dayanmışçasına nefessiz kalmıştım. Güçlükle doğrulup başucumdaki gece lambasını yaktım. Yatağımın karşısındaki aynaya uzun uzun bakıp, kâbusumdan sağ çıkmış mıyım, tek parça mıyım diye uzun uzun kendimi inceledim. Alnımdaki soğuk terler hariç iyi görünüyordum.

Kâbusumda İzzet Bey arıyordu. O esnada yeni yaptırmakta olduğum heykelin başındaydım. Şimdi nasıl açacağım gerginliği ile telefonu cebime sıkıştırıyordum. İzzet Bey tekrar yapılmasını hiç istemediği heykelin başında olduğumu hissetmiş olmalı, beni ısrarla arıyor, telefon da cebimde çalmaya devam ediyordu. Etraftaki herkes bana bakmaya başladıkça, kararsızlığımdan ter içinde kalıyordum.

Alnımdaki soğuk terleri sildikten sonra, kalkıp salona geçtim. Hâlâ kâbusun etkisindeydim. Telefonum salon masasının üstündeydi. Işığı yanıp sönüyordu. Bir cevapsız arama. Gece geç saatte babam aramış ve bana ulaşamayınca bir de mesaj bırakmıştı.

İzzet Bey ve babam gergin bir ipin iki ayrı ucundan yürüyor gibiler. Tam ortada ben varım ve onlar bana yaklaştıkça panikten ölecek gibi oluyorum. Ama biri patronum, biri de babam olduğu için hiçbir şey diyemiyorum. 

Şehrin en önemli heykellerinden biri çalındı. Heykelin bulunduğu semt sakinleri yürüyüşler düzenlediler, hırsızın bulunmasını istiyorlar. Heykelin yerine yenisini koymayı teklif ettik. Heykeltıraş asla yanaşmadı buna. Hatta şehirdeki diğer heykellerini de geri almaktan bahsediyor. Bu hırsızlıkta hükümetin parmağı olduğunu düşünüyor, kendini hedef gösterilmiş hissediyor. Bu tavrı ben anlayabiliyorum ama İzzet Bey hırçın buluyor. Son derece yıkıcı bir tavır olduğunu düşünüyor ve madem ortada böyle bir risk var, o zaman şu an boş duran alana da başka bir heykel yerleştirelim diyor. Ne diye yorulacakmış ki, zaten bu heykeltıraş ne sanıyormuş kendini, o heykeli ve çağrıştırdıklarını da hiç sevmezmiş hem. Tüm olan biteni sadece kendi gözünden görebilen bir adam olmakta üstüne yok İzzet Bey’in.

Bu arada babam heykeltıraşın memleketlisi. Onun yapıtlarına baka baka ağlamaklı olan bir adam. Heykeltıraş idolü gibi adeta. Şehirdeki diğer heykeller çekilirse, bu şehri terk etmekten ve ne yapıp edip tüm o heykelleri yeni yerleştiği köye alıp, korumayı planladığından bahsediyor. Bir tür akıl tutulması herhalde. 

Zengin biri değil. Böyle bir parası yok. Ama hayalleri çok zengin olmalı ki… Bunu meteliksiz dahi olsa yapabileceğine inanıyor. Bu fanatizmini, sanata dair bile olsa fazla buluyorum. Babam oldum olası aşırı bir insandır zaten. 

İzzet Bey ve babamın gücü arasında sıkışıp kalmış durumdayım. İzzet Bey’in hükümetten tanıdıkları var. Onlar heykeltıraşı, duruşu sebebi ile zaten sevmiyorlar. Bazen heykelin çalınmasını İzzet Bey’e onlar mı söyledi acaba diye düşünmeden edemiyorum. Ama bu düşünce mimarlar odasına olan inancımın şeffaflığına ihanet demek olduğundan, düşüncemle birleşmiyorum.

Babamı zaten anlamamaya yeminim var. Çok içsel bir yemin bu. Babam benim mükemmel biri olmamı çok istemişti. Ama ben mükemmel biri olamayacağımı anladığımda, yapamayacağım bir şeyi benden talep edebildiği için o kadar içerlemiştim ki… Onu ne yaşarsa yaşasın anlamayacağıma yemin etmiştim. Tam da bu sebeple tüm bu idealizmine, politik görüşlerine ve de bana fanatizm olarak görünen sadakatine karşıyım.

Cevap yazıyorum. “Baba uyuyordum. Sabah Mimarlar Odasının Güncel Sanat İnsiyatifi ile toplantısı var. Belki yeni bir heykel seçeceğiz.”

Babam derhal arıyor.

“Asla buna izin vermemelisin. Herkes bu heykele sahip çıkmalı! Eğer başka heykel dikerseniz Mimarlar Odası ve sizin alnınızda bir kara leke olur bu.”

“Baba uyumuyor musun sen bu saatte? Ben tekrar yatacağım. Lütfen sonra konuşalım.”

Babam homurdanıyor. Bir köpek gibi homurdanıyor ama köpek, it de demek olduğundan, babayı köpeğe benzetmek doğru değil. Telefonu kapatıyoruz.

Uyku tutmuyor. Başucumdaki gazeteye takılıyor gözüm. Kent İnsiyatifi’nden insanlar, mahalle sakinleri ile birleşmiş geçen hafta, uzun bir yürüyüş yaptılar. Herkes hükümetten açıklama bekliyor. Hükümet bu konuda açıklama yapmadı. Biz yaptık. Ertesi gün bağış kampanyası da başlatıldı. Aynı eserin bir kez daha yapılması için para toplamaktan bahsediliyor. Oysaki heykeltıraş ülkeyi terk edebilir. Sadece babam ve başkan değil herkes bir uca tutunmuş durumda. Heykeli kim çaldı acaba? Kimse duymasın ama tanışmayı isterdim. O da benim gibi direktifler arasında kalmış biri olabilir. Hatta belki dost olabilirdik ve onu ikna edip heykeli hurda olmaktan kurtarabilirdim. Çünkü ben tüm heykelleri severim. Hepsini. Bir sokakta bir süre yer aldıysa çoktan taştan, kaldırımdan, bizden olmuştur benim gözümde. Gelene gidene şahit olmuştur her şeyden önce. Belki biri dokunmuştur, bir kuş sıçmıştır üstüne. Dondurma dökülmüş olabilir bir yerine ve bir başkası temizlemiş olabilir orayı. 

Bu yüzden bir heykel gidip, orada boşluk kaldığında yerine bir anıt gelmeli gibi hissediyorum. O heykelin gidişine bir ağıt gibi. Tabii kimse anıt düşünmüyor. Anıt biraz utanç verici olacaktır ne de olsa. Bir sokak heykelinin çalınmasının handikabı, bir kamu hırsızlığının söz konusu oluşu. Babam bu hırsızlıkların son bulmasını istiyor, bunu adalete bağlıyor. Başkan kendi söz verdiği ve sevdiği heykeltıraşların bekleyen heykelleri ile ilgili. Hükümet, belleğin ara ara değişmesinden memnun. Tutunacak dal ne kadar az ve temelsiz olursa, inançlara olan bağlılıklar da o kadar değişiyor. Herkes bu hırsızlığın anlamları üstüne düşünürken ben hırsızın kim olduğunu merak ediyorum. Kendi kimliksizliğimi ona benzetiyorum. 

Toplantıya geçmek için merdivenlerden çıkarken babamın sesini duyar gibi oluyorum ve yine soğuk terler. Gece rüyalarımda başkan, gündüz her boş anımda babam, kendimi bir erkek gibi hissetmekte zorlanıyorum. Kimim ben? Sıkı sıkıya bir fikre bağlı olmadığımdan yolum yok mu sayılır benim? Kendi yolunun asfaltını dökmemiş erkek, adamdan sayılır mı etrafta? Sahi acaba ben ona buna, dışarıya nasıl görünüyorum? Nasıl ki hırsızdan bahsetmek yerine, olayın tahribatıyla ilgilenmekteyiz, sanki ben de yerine getirdiğim görevlerle varım sadece. Ama şimdi İzzet Bey ve babam arasında kalarak nasıl bir duruş sergileyeceğim?

Ezik olmayayım da ne olursam olayım. Ezik görünüyorsam alsınlar beni de yuvamdan, köşemden, sokağımdan… Söksün beni de bu hırsızlar! Ezikliğimle yer etmeyeyim buralarda. Hurda olurum daha iyi. Babama karşı çıkacak bir tezim olmalı belki de bu heykel meselesinde. Bir yerlerde açığını yakalamalıyım belki de mağdur heykeltıraşın. Mağduriyet, dokunulmazlığı ilan edilmiş gizli bir bahçe gibi. Giremiyorsun, yürüyemiyorsun, bakamıyorsun. Oysaki, her mağduriyetin altında hırçın bir gerçek saklı olabilir pekâlâ. Bütün ezberleri alt üst edeceğinden sorgulamıyoruz. Mesela heykeltıraş kendi heykelini kendi çaldı belki de… Ya da hırsız mağdur! İşte hem babamdan farklı olduğum, hem de başkanımın hiyerarşisinden sıyrıldığım nadir bir sorgulama anı bu. Terlemem geçiveriyor. İlk kez arafta iyi hissediyorum.

Uzun süren toplantının bitiminde heykeltraşın aynı heykelini başka bir sokakta dikmeye karar veriyoruz. Heykeltıraş gerçekten yurt dışına yerleşecekmiş. Ama şehirdeki tüm heykellerini çekmekten vazgeçiyor. Anıt dikilmeyecek. Bu anıt huzursuzluk yaratır, deniliyor. Huzursuz sokaklar istenmiyor. Sırada bekleyen heykeltıraşa da başka bir semtte heykelini kullanmak istediğimiz belirtiliyor. 

Sokaklarda bir nevi heykel göçü yaşandı aslında. Babam homurdanmayı sonunda bıraktı. İzzet Bey aynı. Ben de kanıksadım durumu. Ama kimseye söylemesem de her sabah gidip, heykelin çalındığı kaldırımın üstünde birkaç tur yürüyorum. Acaba hırsız kimdi ve o heykel artık kime ait diye diye… 

Buranın anıtı, cevabını bulamadığım bu soruyla galiba uzun süre benim artık. Aidiyetimi buradan çiziyorum.