1979 Ardahan doğumluyum. Balıkesir İstanbulluoğlu Sosyal Bilimler Lisesinde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeniyim.
2006’da Edirne Bellek Kitabevinin açtığı öykü yarışmasında “Hayal” isimli öykümle 1.oldum. O tarihten itibaren öykülerim çeşitli dergi ve e-dergilerde yayımlandı. Öykü yazmak benim en büyük heyecanım.

Ne olacaktı bu çocuğun hali? Sabahtan akşama kadar meydandaki kahvede oturup kimseyle tek kelam etmeden eve dönüyordu. Şu askerlik meselesi çıkmadan öyle miydi? Kahvede taş oynayana, iskambil açana sataşmadan durmaz; bir de oralet söyleyen çıktı mı neşesinden geçilmezdi. Akşam eve geldiğinde “Gülsüm Ana ben çok çalışayım bana kahve alalım” der dururdu.  Sonra da “Herkese oralet, herkese oralet bedava” diye bağırırdı evin içinde. 

  Ah muhtar! Kör olasıca, soyu sopu tükenesice! 

“Eee Ali, bak herkesler hazırlıkta. Yarın öbür gün asker uğurlaması yapıcaz. Sen de gitcen mi askere, çalıcaz mı senin de davul zurnanı” demiş.

 ”Söylenecek laf mı bu? Garibin yarım aklına sokulur mu bu,  günah değil mi? 

Oğlum olacak soysuz bırakıp gitti, anası desen kocasının ardından altı ay dayandı o da gitti. Bir sabah kalktım elinde bohça kapının önünde dikiliyor Ali. Daha yedisindeydi sabim. Geldi on dokuzuna. Kara saç, kara göz, kara bahtlı evladım. Bunca yıl yoldaş olduk birbirimize. Bu askerlik meselesi yetmezmiş gibi bir de içim kaynamıyor muymuş benim? Hem ne kaynamak ciğer, dalak, böbrek hepsinde birer ikişer misafir! Bakmayın misafir dediğime, o güleç doktorumun söylediği. Ben biliyorum misafir olmadıklarını benim misafirliğimi bitirmeye geldiklerini de, susuyorum işte. Susmayıp da ne yapayım altmış dört yıl görmüşüm göreceğimi, yemişim yiyeceğimi, demişim diyeceğimi. Düğüne hazırlanır gibi hazırlanırım da Ali büküyor belimi. Kendi gibi az anlayan, kalbi pamuk, dili pak birini bulup kursaydım yuvasını. Gözüm açık gitmezdim. Üstüne bir de askerlik meselesi. Soldurdular Ali’min gül yüzünü. Ağzını bıçak açmaz oldu. Ne pişirsem yemez, ne desem duymaz oldu. 

“Ali’m sen ne bakıyorsun muhtarın sözüne. Komutana gidiverdim bugün. Ali’mi de alın askere” dedim. “Yook Gülsüm Ana, Ali’yi ölsem de şimdi almam askere, şimdi aldıklarım korkaklar. Tüfek bile vermem onlara. Savaş olsa sokmam. Ali’yi yazın cesurlarla bir alırım. Tüfeğini de takarım omzuna” dedi.  

Ali’m fırladı döşekten: “Ben cesurlarla gitçem, davulumla zurnam da çalcak, hem komutanım tüfeğimi de takacak omzuma. Muhtarı ben korucam düşmandan.”

Yaz geldi kapıya dayandı. Akşam güneşinin ölgün ve ürkek ışığı zamanı da içine alarak buruşuyordu. Buruştukça koyulaşıyor, koyulaştıkça; gündüz kapı tıkırtısına, çoluk çocuk sesine, konu komşunun derdine, akşam yemeğinin telaşına yenik düşen vesveseler Gülsüm Ana’nın nefesinin üzerine oturuveriyordu. Gün içinde koşuşturmanın alına moruna boyanan yüzü, karanlık iniverince kireç rengine dönüyordu. Zihninden kalbine inen bu vesveselerin ucunu bucağını bir saptayabilse bu tereddütlü yaşamaktan kurtulabilirdi belki. En kötüsünü tahmin edebilse daha kötü olamayacağının kuytusunda huzura erebilirdi. Ama nerde! Bu akşam ah vah edip dizlerini dövdüğü, ertesi akşam beynini kemirenlerin yanında nokta gibi kalıyordu. Ne olacaktı Ali’nin hali? Kim sahip çıkacaktı? İki gün sofrasına misafir eden üçüncü gün kapı eşiğinden çevirecekti. Para bilmez pul bilmez. Okuma yok, yazma yok. Banyosunu bile Gülsüm Ana yaptırırdı. Allah’ın merhametinden sual olunmaz elbet ama belli ki Gülsüm Ana gönül ferahlığıyla giremeyecekti toprağa.

Ali’nin neşesine diyecek yok. Askere gitmeyi, davul, zurna sesini, komutanın gelip onu almasını bekliyor. Bu akşam Gülsüm Ana’nın ellerini öptü yine. “Ana askerde düşmanı yenince gelcem köye. Kahveyi de alırız” dedi başladı türkü söylemeye. Yağlı yapışkan bir çaresizlik rüzgârla birlikte ahşap pencerelerin çatlaklarından sızmış, Gülsüm Ana’nın göğsünün orta yerine çöreklenmişti. Ha bugün ha yarın diye oyalamıştı garibi. Şimdi ne yapacaktı? Bu dünyadaki misafirliğinin bitmesine az kaldı, hissediyordu. Yarından tezi yok çıkacaktı jandarma komutanının karşısına, anlatacaktı derdini. Terki diyar etmeden bir gün de olsa yüzünü güldürsün garibin. Yuvasını kuramadı, kahveyi alamadı bari bir günlük asker etsin garibi. Etsin de ahirete taşıyacağı yük daha da ağırlaşmasın.

Geceyi sabah etti Gülsüm Ana. Gitti çaldı komutanın kapısını. Bir bir anlattı Ali’sinin heves ettiklerini. Komutanın kara dağınık kaşlarının altına gizlenmiş gözlerinin hiddetinden ürktüğünden kafasını kaldıramıyordu Gülsüm Ana. Gündüz hiç olmazdı ama göğsünün daraldığını hissetti birden. Ter bastı, yutkunamadı. Yüzünde sıcak bir nefes hissetti. Kafasını kaldırdı, komutan Gülsüm Ana’nın elini öpmüş alnına götürmüştü bile. 

Şu düzeni bozulmuş, kötünün iyiye, yanlışın doğruya üstün geldiği dünyada Ali’yi yalnız bırakacağını düşündükçe kalbi iki taş arasında eziliyordu sanki. Gözünü hiç mi kırpmadı yoksa az biraz içi mi geçti anlamadan davul zurna sesine gözlerini açtı Gülsüm Ana. Ali fırladı yatağından kapıya koştu. Gülsüm Ana besmelesini çekti ama doğrulamadı yataktan. Mümkünü yok kalkamıyordu. O zayıf beden koca bir kaya olmuş kıpırdamıyordu. Komutan, muhtar, konu komşu doluverdi içeri. Sesleri duydu Gülsüm Ana, sözleri anlamadı. Derin bir uğultunun içinde kapanan gözlerini araladığında, Ali üstünde asker üniforması, omzunda tüfeği komutanının elini öpüyordu.

Ecel az biraz daha sabretseydi meydandaki kahvenin iki-üç masalık duvarına “Cesurlar Kıraathanesi” yazıldığını ve Ali’nin “Herkese oralet, herkese oralet bedava!” diye bağırdığı günleri görecekti.