İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

97 A’ya binmişler, Eminönü’ndeki son durakta inmişlerdi.

Anneleriyle bayramlık almaya gidiyorlardı işte.

Hava pırıl pırıl güneşliydi; bunaltmayan sıcaklık da, yeni açmış çiçeklerin kokuları da havayı sarıp sarmalamış, bayramlıklarını şimdiden onlara renkli kurdeleli paketlerde  sunuyor gibiydi.

Tıngır mıngır yolculuk yaptıkları otobüsün kapıları, son durakta tıslayarak açılıp da basamaklarından bir çırpıda atlayıp gri yorgun kaldırıma adımlarını attıklarında üçü de birbirlerine şöyle bir bakıp kalmışlardı. Birbirlerine başkası gibi gelmişlerdi burada.

Sanki onlar değil, o kalabalıkta tanımadıkları ama tanımaya da can attıkları birileri olmuşlardı.

Büyümüşlerdi. Tığ işi hırkaları omuzlarında, kısa konçlu soket çoraplı bacakları çocuk çocuktu ama dış dünyada her biri birer küçük kadındı sanki.

Kıvrımlı saçları maşadan, günün modası evaze etekleri terzinin elinden yeni çıkmış gibi annelerinden bir adım geride telaşlı, insan seline çoktan kapılmışlardı bile.

Karşıdan yükselen görkemli Yeni Cami’yi görüp arabaların aktığı caddeyi birbirlerini kollayarak aceleyle geçtiler.

Karşı kaldırımdaydılar.

 Şimdi de görevi devralan başka bir kalabalığın içine karışınca paket taşlı yol onlara bir sirkin bilinmeyen sihirli heyecanını yaşatmaya çoktan başlamıştı. 

Onların da istedikleri tam da buydu, işte bayramlık almaya böyle gidilirdi…

Akan insan çokluğuyla paket taşlı yol sürüp giderken iki taraflı camekanların rengarenk albenisi her an, her an onları çağırıyormuş gibi oluyor ama anneleri hiç oralara buralara bakmıyor, dirseğinden bükülü kolundaki çantasını salındırarak gideceği yerin gizli bilinmezliğini kızlarına adeta şimdiden özendirip meraklarını körüklüyordu.

İşte annelerinin mağbedi  Sirano mağazasının önünden geçiyorlardı. Yüksek topuklu, sivri burunlu beyaz ayakkabıların nasıl gizemli bir parlaklığı vardı öyle, hem ağır başlı, hem de ayrıcalığın zirvesinde… 

Hoş, annesi neredeyse bir maaşını verip de alıp eve geldiğinde anneannesi yanaklarını yolmuştu rakamın uçukluğunu duyduğunda ama nolursa olsun onlar Sirano iskarpinleriydiler. Tartışmasız, bir kadını erişilmezliğin hazzına taşırlardı.

Şimdi işte, bakılabilen ve bakılması gerekli olmayan vitrinleri geride bıraka bıraka, cansız mankenlerin birbirinin aynı güzel yüzlerine ve ince uzun bedenlerinin gerçek dışılığına aldırış edip ama kanmayarak iniyorlardı insan selinde akarak…

 Mağaza kapılarında bağıran onca yılın kaşar çarşıcıları hınzır hınzır sesleniyorlardı, onlar da utangaç kıkırdamalarını tutamıyorlardı ama kimin umurunda…

Yürüyen merdivenli, kat kat çık çık bitmeyen büyük mağazaya gidiyorlardı işte.

Az kaldı kızlar dedi anneleri, yoruldunuz mu bakiiim?..

İşimiz bitsin Baylan’da dondurma sözü size..

Serin loş koridorlu, mis gibi vanilya ve şekerleme kokulu pastane şimdiden ödül olmuştu işte. Bu da bayram müjdesi değildi de neydi. 

Annelerinin “anne” simgesi çıt çıtlı topuzlu kol çantası salına dururken, sarmaş dolaş topuzların birbirlerinden ayrılıp çantanın kanatlarının yere düşmüş umarsız kuşunki gibi açılmış olduğunu ansızın fark etti büyük ablaları..

Anneee, çantan açılmış diyerek annesini çekiştirirken kalabalığın uğultusunda yitip gidiyordu sesi. Tıpkı düşlerindeki gibi çığlıkları bir türlü sese bürünemiyor gibiydi. Koşmaya çalışıp da gitmeyen bacakları, kulaç atmaya uğraşıp da bir türlü yüzememesi gibi çaresiz, umarsızdı suyun içinde sanki.

Kalabalık dondu, sesler kesildi, vitrinler buğulandı, cansız mankenler soldu. 

Kalakaldı üç kız anneleriyle birlikte paket taşlı yolda. Bastıkları yer kaymadı, bulutlar hızla dönenmedi gökyüzünde ama, annenin kolu dirseğinden hala kıvrık, topuzlu çıt çıtlı çanta titreşmesini sürdürüyordu, onca yürüyüşün salınımını bırakmaya gönülsüzce.

Eğildiler, baktılar içlerini daraltan bilinmezlikle. Annesinin bir tanesi, yere buza koyamadığı, yeteneğini öve öve bitiremediği dolma kaleminin ise, açıkta kalan altın ucu beyaz keten mendile sığınmıştı, görünmez olmak istiyor gibiydi. 

Ucu mor lavanta demeti işli nazenin mendilin ortası lacivert Qink’e bürünmüştü. Tüh ki, tüh…

Cüzdanı yoktu annelerinin.  Tıpkı kol çantasının altın renkli topuzlu çıt çıtlı çantasının küçük kopyası küçük cüzdan şimdi yoktu işte. Bir de dolma kaleme olanca ağır başlılığını veren kibirli yanar dönerli kapağı yoktu. Çekilip alınmıştı, koparılmıştı adeta bedeninden. O da kanıyordu işte lavantalı keten mendile. 

Anneleri “üzülmeyin” dedi.

Komşuları Mehpare teyzenin kocası Ethem amcanın işyeri hemen oracıktaydı.

Yürekleri ağırdı ama, çık çık bitmeyen çok katlı mağazanın pırıltılı vitrininin önünden uçarcasına geçtiler. Yine camdan olan döner kapıdan, önleyemedikleri heyecanlarıyla kıkırdamalarını tutamayarak girdiler, yürüyen merdivene nefeslerini tutarak arka arkaya bindiler….

Bayramlıklarını başuçlarına akşamdan koyacaklar, bayram temizliğini arife günü hep bir elden yapacaklar, bakır sobalı banyoda yıkanacaklar ve uyuyup bayrama uyanacaklardı.

……..

Oğlu olmuştu. Göz nuruydu onun. Bin bir emekle büyümüş, okul çağına gelmiş, girdiği sınavı kazanmış, kaybolanın yerine değer olup kurulmuştu hayatına.

Anası oğlunu büyütürken, oğlu tarafından büyütülen anne olmuştu hep.

İşe gitmek için hazırlanırken biricik oğlunu okula götürmek üzere okul aracına bindirirken “çok yorulmadan gel, akşama işimiz çok, telefonlar senin işin” der gülüşürlerdi.

Belli belirsiz böbürlenen küçük çocuk, annesi yazı yazarken daktilosunun başında, çalan telefonları bekletmeden açar, bu “iş”in karşılığında aylık ücretini alırdı.

Annesi maaşını aldığında, akşam yemeğinden sonra yazıya oturmadan cüzdanını açar, parmaklarıyla paraları seçip çıkarırken oyalanır, böylelikle oğlunun heyecanını tırmandırırdı. Uzatırken de küçük çocuğun gözlerindeki işe yarıyor olmanın ışığını sezip mutlu olurdu.

O gün eve yorgun, tükenmiş, her zamankinden geç döndüğünde ise; oğlu çoktan yatmaya hazırlanıyordu.

Azıcık ikirciklese de “Bugün işyerinde cüzdanım kayboldu” dedi… Çalınmıştı. Daha fazla üzmemek ,üzülmemek için de böyle söylememeyi yeğlemişti.

Oğulcuğu kömür gözleriyle yüzüne baktı, duraladı, yutkundu…

“Mendilin de mi?!”…. 

Damlalar yanaklarından yuvarlanıyordu.

Ağır havayı umarsızca soludu, geride kalan uğursuz günü hissetti, ürperdi.

Neyse ki annesininkinin aksine, mendilinde mürekkep lekesi yoktu… Lavanta demeti işlemesi de…