Tomris Uyar karakteri gibi yaşıyordu.
Geçmişle hesaplaşması bitmeyen bir anılar kitabı gibi dolaşıyordu. Arada kalmış, ne istediğini bilmeyen, aslında içten içe bilen ama sürekli kararlarını sorgulayan bir kadın olarak.

“Bir şeyi istememek sizin için yeterli olmuyor, Eda Hanım; farkında mısınız?” demişti terapisti. Aklından çıkmıyordu bu söz. İstememek yeterli olsaydı, daha kolay çekip giderdi mesela evliliğinden, zorlandığı işten ardına bakmadan istifa ederdi. Ama yapmamıştı.
İsteklerine gelince…
Bir şeyi istiyorsa, her şeyini verebilirdi.
Çanakkale’de okumak istememişti mesela. İstanbul’a gidecekti.
Gitti.
Çalışkandı, istediğini elde edene kadar çalışırdı. Alırdı da sonunda. Temiz kalpliydi de (böyle şeylere inanırsanız!).
Gönülden istedikleri olurdu genelde.
Şansını da denerdi ama Allah’a bırakmazdı işini.

İstemediği şeylerden neden bu kadar kolay uzaklaşamıyordu? Matematiğin öyle işlemesi gerekmez miydi?
İstemedikleri için de çalışıyordu.
Ne saçma!
Hesap defteri tutuyordu adeta. Girdiler, çıktılar, sonuçlar, çözümler, başlangıçlar…
Olumsuzluk listesindeki kutucukları, mesela evliliğinin listesindekileri, tek tek işaretlemeliydi. Başarısızlığının da bir notu olmalıydı. Belki de bu çetele yüzünden bitmişti evliliği. Kim bilir…

İstememek yeterli olmalı. Birçok şey için, belki her şey için.
Yeni bir hayat kurmalı.
Onun yeni sözleri olmalı.
Yeni alışkanlıkları, yeni dertleri, yeni her bir şeyi.
“İnsan ara sıra evini yakmalı ve çıkıp seyretmeli.” sözünü hatırladı. Tam da bunu yapmalı, izlemeli uzaktan o yanan evi. Herkesin söyleyip kimsenin yapamadığı bu beylik lafları hayata geçirmeli!
Başka bir ev açmalı kendine. Başka bir ev bulmalı.

Ne zaman?
Bilmiyordu cevabını. Ama bulacaktı.
Ve baş edebilirdi. Etrafındaki insanlar bu gücü onda görüyordu. O niye görmesin? “Haydi Eda, hemen başla görmeye!”
“Kolaydı,” diye gülümsedi Eda. Bir süredir kullandığı sahte gülümsemelerinden birini yerleştirdi yüzüne. İçten içe “Kolay ya!” diyordu ama inanmıyordu, daha.
Şu an hayatında beş dakika bile yer tutmayan inanışlara dalıp gidesi vardı ama gücü yoktu.

Daha istemeyince çekip gitmek vardı.
Bırakmak, sıkı sıkı tutunmamak, tutunursa bir gün vazgeçebilmek vardı. Herkesin gidebileceğini öğrenecekti, kendisinin de dâhil. Hiçbir şeyin kalıcı olmadığını, sabit kalmadığını, bazı şeylerin yıkıldığını öğrenecekti. Hem de temelden, hem de çok derinden.
Yalnız tatillere gitmeye alışacaktı. Hayatta geç kalmış gibi hissetmemeyi öğrenecekti. Kırk yaşında, çoluklu çocuklu insanların yanında üniversiteden yeni mezun gibi takılmayı sindirecekti. Daha boşandığı ilk hafta bir arkadaşı “Ama boşanmış birini ayarlayabilirim, hatta çocuklu birini,” dememiş miydi? Kim bilir daha neler duyacaktı kulakları. Alıngandı, hayatında hiç olmadığı kadar. Buna bir son verecekti. Her söyleneni basmakalıp düşüncelerle ilişkilendirmeyi kesecekti.
“Elâlem sizin için ne kadar da önemli Eda Hanım,” demişti bir gün yine terapisti. Yasemin Hanım’ın sözleri peşinden geliyordu bir hayalet gibi. “Kime ne Eda Hanım, kime ne!” diye üstüne basa basa, sesini biraz da yükselterek, kafasına girmeye çalışmıştı o gün. Girmişti de. Başarılıydı Yasemin Hanım işinde. Ya da Eda çok açıktı herkesten onay ve fikir almaya.

Devam etmek meseleydi, edemiyordu. Şimdilik. Şimdilik olduğunu umuyordu.
O mahkeme salonunda donmuştu sanki hayat. Adliye koridorlarında son vedalaşmaları, ikisinin de hıçkırıklarının boğazında düğümlenmesi… O iki saatte durmuştu hayat sanki. İki saat ve on yıl.

“Hiç kimse evlendiği adamdan boşanmaz zaten Eda Hanım,” demişti Yasemin Hanım. İnternetten görüşmüşlerdi o gün. İş saatlerinde yine ağlama molası olarak terapi ayarlamıştı. Bu sözden sonra ağlamasına engel olamamış, duramamıştı. Eğer Yasemin Hanım’ın ofisinde olsaydı bir parça peçete uzatırdı. Başka kimse de anlamıyor gibiydi onu zaten bu ara. Yasemin Hanım sarılırdı da çıkarken.
Yine de kapatırken şefkatli bir şekilde sözlerle sarıldı:
“Her şey geçecek, geçiyor Eda Hanım. Unutmayın.”
Ona mı öyle geliyordu, yoksa terapisti çok vurucu cümleler mi kuruyordu? İlk kez bir şeyler öğrenen çocuklar gibi yaklaşıyordu bazen her şeye. Yeni duymuş, yeni görmüş. Her şeyin ilki. Çok etkileniyordu. Zihni seanslardan çıktığında ezberlediği böyle cümlelerle doluydu. Bunları birilerine belki de unutmamak için özellikle anlatıyordu. Etkileyici de oluyordu.
Hikâye anlatmayı seviyordu ne de olsa. Hayatını bir hikâye gibi yaşamayı tercih ederdi.
Etkileyici anları bulup onlara odaklanıyordu.

Selim’in ilk başta bunu sevdiğini hatırladı. Bir şeyleri heyecanlı heyecanlı anlatışını. Yıllar geçse de “Beni neden seviyorsun?” sorularına –çok severdi böyle sorular sormayı– verdiği ilk cevap hiç değişmemişti kocasının.
“Heyecanını seviyorum, Eda.”
O heyecandan eser kalmadığını ise anlamadı.
Eda da Selim’i hayata karşı iştahı nedeniyle sevmişti. Delidolu, çocuk gibi bir adam. Onun da ilk cevabı hiç değişmemişti. Ama Eda da maalesef sevdiği adamın hayat iştahını kaybettiğini çok geç fark etti. Hatta birlikte kaybettiklerini.
Burunlarının dibindekini göremedi ikisi de. Ne garip! Ne acımasız! Ne trajikomik! Ne de evliliğe özgü!

Rüyasını anlatıyordu bir gün Eda. Renkli, heyecanlı ama bir o kadar saçma rüyayı anlatıp Selim’le gülmeyi hayal etmişti. Selim’in onu dinlemediğini çok geç fark ederek uzun bir süre devam etti. Kahvaltıda telefonuyla meşgul olan bu adamın onu dinlemediğini anlayınca çetele tutmayı bırakmıştı.
Sevme motivasyonlarına verilen cevap hükümsüzdü. Listeye bir tik daha.
Bir başkasını Selim’in listesine atmıştı. Görüştükleri son günlerde gripti kocası ve onunla ilgilenmek bile gelmemişti içinden. Kalbi düşmüştü sanki içinde, pat diye. Attı tiki, doldurdu kutucuğu.

Daha vardı.

“Biraz daha ağlayınca geçerdi herhalde, değil mi?” diye düşündü.