Bozdoğan Kemeri, Pantokrator Manastır Kilisesi (Zeyrek Cami) ve Fatih Cami’nin gölgelerinin düştüğü Fatih’te, tarihî bir semtte hayata "Merhaba," demiş. Sonra Kız Kulesi'nin üzerinde çığlık çığlığa uçuşan martılarla sohbet ederek ve o martıları bulutlarla konuşturarak büyüdü Üsküdar’da.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Avukatlık ve son yıllarda arabuluculuk yapıyor. Yıllar geçtikçe ve insana dair olanı gördükçe “HİKÂYE”den bir hayatta yaşadığımızı anladı. Bu “hikâyeden hayatın”, kendince hikâyesini yazmayı seviyor.

Ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum. 

 

Nâzım Hikmet’in şiiri gibi, ümitli şeydir, ciddi iştir hukuk okumak. Henüz hayatın kıyısında, büyümeye hevesli genç insanların hayatın her alanındaki sorunların konmuş olduğu büyük bir masaya iştahla oturması demektir.

Hukuk ve Serpil macerasının ikinci bölümü böyle başlıyordu işte.

 

Sınıf…

 

İlk yıl en önemli derslerden biri Anayasa Hukuku. Anayasa çok önemli, mahallenin ağabeyi. Ona sormadan bir şey olmaz. Kanun, yönetmelik ne varsa hukukla ilgili ona uyacak.

 

Bir de Roma Hukuku dersi var. Çok havalı, ROMA HUKUKU. Hukuk okumanın çok ciddi bir iş olduğunu anladığımız Anayasa Hukuku dersinin havasını söndüren bir ders. Hatta nesiller boyu hukuk öğrencilerinin ahını alan bir ders: “Zalim Neron Roma’yı yaktın, Roma Hukuku’nu neden bıraktın?”

 

 

Okulun ilk haftası…

Hafızamda kalan tek şey üst sınıflardan bir öğrencinin dersin hocasıymış gibi kürsüye çıkıp ders anlatması ve bu şakanın bütün okulda bana çocukça gelen bir kahkaha uğultusu yaratması.

 

Okul şehir dışında. Eğer yürüyerek gidiyorsan yolun belli bir kısmından sonra koyun sürüleri eşlik ediyor sana. Yürümeyi göze alamıyorsan da çok ender gelen otobüsü bekleyeceksin.

Oda arkadaşlarımdan biri ile sınıf arkadaşıyız aynı zamanda. Oldukça ciddi bir kız, gülerken bile dişlerini göstermemek için dudaklarını büzüyor.

Onunla yürüyoruz çoğunlukla. O, zaman içinde sınıftan birkaç arkadaş edinip benimle de tanıştırınca bir müddet sonra okula gidiş gelişlerimiz eğlenceli hale geliyor.

Ama ben hâlâ çenemi kapatıp gözümü açmaya çabalıyorum, kulağıma yerleştirilmiş tembihler meraklı ve girişken tarafıma fısıldayıp duruyor. Kimse bana çok soru sormasın diye ben de kimseye bir şey sormuyorum.

Okul şenlikli. Şu küpelenmiş tembihler olmasa kulağımda, çok ama çok eğleneceğim. Ama hâlâ etkisindeyim. Merhaba diyene, yatay geçiş yapacağımı söylüyorum hemen. O denli sınırları çizen bir cümle ki bu, merhaba diyeni on metre öteye fırlatıyor. Elbette kimse bir daha yanıma yaklaşmaya cesaret edemiyor. Okulla ilişkim üç, bazen dört kişi ile sınırlı. Ders çalışıyorum, sonra yine ders çalışıyorum. İnadına inadına gündüz okul kantini, akşam yurt kantini gürültü patırtı dolu. Farklı şehirlerden gelmiş öğrenciler kaynaşmış, eğleniyorlar. İçim gidiyor aslında. Ama şu tembihler! Buraya eğlenmeye değil, gitmeye geldim.

 

Hukuk okumak insanı büyütüyor, diyorlar.

 

Ben büyüyorum.

 

Genellikle akşam yemeği  pirinçli ıspanak, kıymalı pırasa, bulgur pilavı, sulu bir tavuk yemeği.

Bana yetmez bu… Aç kalınca mı büyümeye başladım?

Yoksa yurdun babacan güvenlik görevlisi Şehmuz Amca ismimi anons edince, merdivenleri üçer üçer atlayarak, geçmişte kalan telefondaki o sesle, en fazla beş dakika ve bir daha hiç konuşamayacakmışım gibi sarmaş dolaş olunca mı? O akşamların sabahında okula giderken akşamdan kalma hasretle başımı gökyüzüne çevirip, gökyüzü mavi ise ceplerime doldurduğum denizin kokusunu içime çektiğimde mi?

 

Ara sınavlar bitti. Yüksek notlar bekliyorum. Odadaki kızlar genellikle civar illerden olduğundan sınavlar bitince, oda boşaldı. İki kişi kaldık. Meğer sadece oda değil yurt boşalmış. Bir avuç telefon jetonu alıp sıra beklemeden ve süre kısıtlaması olmadan uzun uzun konuşuyorum telefonda. Oh, sefamız olsun! Sıra beklemeden çay da içebiliyoruz, mutluyuz.

 

Bu günlerden birinde kim kimi aradı hatırlamıyorum. Bir cuma akşamı kendimi Elazığ otogarında İstanbul’dan gelip Tunceli’ye giden otobüsü beklerken buldum. Kim için? Hayır, Haydar değil. Şu bana eşlik eden arkadaş…

 

Düştüm yollara yine.

Ama bu başka. İçimde biri cesur, biri korkak iki kız itişip duruyor. Ailemden kimsenin haberi yok, söylemeye cesaret bile edemedim. Otobüs gecikti. Hava karardı ama saat henüz erken. Otobüslerin biri geliyor biri gidiyor, terminaldeki bu kargaşa heyecanımı artırıyor. Deniz kokusunun sindiğini umut ettiğim bir otobüs beni alıp, bilmediğim başka bir şehre götürecek.

 

Otobüse binince uçuş uçuş, herkese gülücükler saçıyorum. Allahtan birçoğu uyukluyor, uyuklamayanlar da boş boş bakıyor yüzüme.

Karanlıkta yol alırken aniden ışıklar yanıyor, otobüs yolun kenarına yanaşıp duruyor. İçeri birkaç asker girip “Kimliklerinizi hazırlayın!” diye bağırıyor. Camdan el fenerlerinin cılız ışığından bagaj kapılarının açıldığını görüyorum. Kimlikler kontrol edilip tekrar yola düşüyoruz. Bir müddet sonra yine sağa yanaşıyoruz, bu kez şalvarlı ve yüzleri sarılı birkaç kişi otobüse girip aynı talimatları veriyor. Kimliklere bakıp iniyorlar.

Otobüs hareket edince uçsuz bucaksız bir zifiri karanlığın içinde yol alıyor olmamızdan ürküyorum. Belli etmemem lazım. Yanımdan geçen muavine, kaç dakikalık yolumuz kaldı diye soruyorum. Yarım saat. Ne bitmez bir yarım saat deyip söyleniyorum sessizce. Şehirli paniği devreye giriyor. Batılı paniği. Otobüsü kokluyorum. Ne deniz kokusu var ne de İstanbul, onların yerine ağır bir koku var. Bilmediğim bir şehrin otogarında bu kez özlediğim herkesin hatta martıların, Kız Kulesi’nin beni bekliyor olduğunu ve mis gibi deniz kokusunu içime çektiğimi hayal ediyorum.

 

İlkokul arkadaşım öğretmen oldu geçen yıl. İlk tayin yeri Tunceli. Ona gidiyorum.

 

Hukuk okumak için buralara gelmek mi? Ne tuhaf değil mi? Hadi biz mecburi hizmetlerimizi yapmak için geldik, ya sen diye soruyor. Evet, ya ben. Benim de mecburi hizmetim bu. Mecburum ben hukuk okumaya. O kadar ki bütün haksızlığa uğramışlar beni bekliyor, adalet peşinde bir ömür harcamaya o derece kararlıyım. Genç öğretmen kadınlar da soruyor, ben anlattıkça kendi kararlılığıma şaşıyorum hatta hayran oluyorum!

 

Sabah gün ışımadan uyanıyorum, perdeyi aralayıp pencereden dışarı bakıyorum. Büyük bir ışık şehri yalayıp geçip gidiyor, birkaç dakika sonra yine geliyor. Dağların ardından yükselen güneş, nehre ve kızıla durmuş yapraklı ağaçları ışıldatıyor. İçim kıpır kıpır.

 

Ah, ne cesuruz! Ne sevgi, ne umut dolu, ne kadar hevesli. Sarmaş dolaş olmuş, kısa bir süre sonra dağılacağımız hayata hazırlanıyoruz. Yaz tatilinde öğretmenler lojmanı makinalı tüfekle taranmış. Kurşun deliklerinin önünde yüzümüzde kocaman bir sırıtma ile fotoğraf çektiriyoruz. Kar yağıyor, belimize kadar batıp fotoğraf çektiriyoruz. Askeriyenin lokantasına gidip yemek yiyoruz, kapkaranlık gecelerde geziyoruz, şehri tarayan ışık yüzümüzü yalayarak geçiyor, biz o ışığı yakalama oyunu oynuyoruz.

 

Ben ders çalışıyorum, öğrencilikten yeni çıkmış gencecik öğretmenler, sınıflarında bir kısmı yaşça kendilerinden büyük saçlı sakallı erkek öğrencilerinin üzerinde öğretmen saygınlığı oluşturabilmeye çabalıyor. Her akşam mutfakta başlayıp, yemek masasının etrafında süren en koyu muhabbet bu.

 

Sevdim bunu. Ve birçok şeyi.

 

Daha sonra her fırsatta, çamaşırlarımı yıkama bahanesi ile Tunceli’ye gidiyorum. Evdekilerin de haberi var artık, çamaşırlarımı yıkamak için Tunceli’ye gitme zorunluluğumun çok geçerli bir sebep olduğundan eminim! Okulda ise bir dedikodu yayılmış Tunceliliyim diye.

Haydar mı? Onu ancak İstanbul’a gidince görebiliyorum. Bu yolculukların Haydar’dan başka her şeye çıkacağı belli!

 

Üstelik yolculuklar sadece bu iki şehir arasında da kalmıyor.

İlkbaharda Tunceli’den Samsun’a, öğretmen arkadaşımızın düğününe gidiyoruz. Zar zor ikna oluyorum; hiçbirimizin ailesinin haberi yok. İki subay, iki öğretmen ve ben. Pülümür geçidine mal olmuş söylentilere rağmen o yolculuktan vazgeçmiyoruz. Kiralık bir arabayla yemyeşil dağların arasındaki vadide ürke ürke yol alıp Erzincan’a ulaşıyoruz. O kadar gergin bir yolculuk ki Erzincan’a geldiğimizde hemen bir çay bahçesi bulup dönüş rotamızı değiştirecek planlar yapıyoruz. Yine de gençlik ve neşesi hâkim oluyor her şeye. Kahkahalar bütün geçitleri kaplıyor. Bir de lastik mevzuu var, onu da atlamamak lazım!

 

Lastik ya…

 

Pülümür geçidi korkusundan sonra arabanın ıssız bir yolda lastiğinin patlaması da neşemizi bozamıyor. Lastik patlamamış, parçalanmış. Sürpriz! Arabada yedek lastik yok. Nazmi yoldan geçen bir araca atlayıp en yakın köyden bir traktör bulmaya gidiyor. Traktör arabamızı çekerek kasabadaki lastikçiye götürüyor. Lastiklerin hepsi kötü durumda diyor adam. Biz gülüyoruz. Böyle yola devam edemezsiniz yine yolda kalırsınız diyor, biz gülüyoruz. Otel için ayırdığımız parayı çaresizce lastikçiye bırakıp yola koyuluyoruz.

 

Samsun’a vardığımızda gece yarısını epey geçmiş. Gelin evindeki kına gecesi bitmiş ve misafirler de gitmiş. Ev sahipleri üzerlerine çökmüş yorgunluklarına ve bizden haber alamamış olmanın endişesine başkaldıran bir sevinçle karşılıyorlar bizi. Yarın düğün var. Sabaha kadar yol hikâyelerini aramızda kapış kapış paylaşıp anlatıyoruz. Yol iyidir diyoruz. Düğünler, kaçamaklar ve yollar…