Gülşah Babayiğit

Fatima’nın Atölyesi

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunudur. Yüksek lisans eğitimini Üsküdar Üniversitesinde Yeni Medya ve Gazetecilik bölümünde tamamlamıştır. Mastercamp Akademiden Yazarlık eğitimi almış. HarvardX Antik Dünya Edebiyatı modülünü başarı ile tamamlamıştır. Ayrıca iletişim teknikleri ve etkin iletişim eğitimleri bulunmaktadır. 2005 yılından itibaren Bankacılık sektöründe başladığı kurumsal çalışma hayatına Otomotiv sektöründe devam etmektedir. Bunun yansıra 2007-2010 yılları arasında Doğu Anadolu Bölgesinde dağıtımı yapılan Aylık Siyasi Gazete yayınlamıştır. 2014 yılından itibaren başladığı bir web Haber Portalı’nın Genel Yayın Yönetmenliğini yürütmektedir. Sosyal sorumluluk projesi kapsamında bir kadın dayanışması hareketi olarak yayınlanan iki kitap seçkisinde öyküleri ile bulunmuş. Hazırlık aşamasında da aktif rol almıştır. Felsefe ve Davranış Bilimlerine ilgi duymaktadır. Psikoloji okuryazarlığı eğitimi almıştır. Davranış Bilimleri araştırmalarını ağırlıklı olarak Psikoloji disiplini üzerinden yapmakta ve çalışmaları neticesinde yazmış olduğu yayınlanmış kısa öyküleri bulunmaktadır.

Nedenlere bağlanmayı seviyorum…

Bazı insanların belirli rutinleri vardır. Her gün aynı saatte uyanmak, aynı fırından poğaça almak, aynı cadde ve sokaklardan geçip çocuğunu okula bırakmak, hâlâ yerinde duruyorsa aynı mekânda kahve içmek gibi. Sanırım ben de o insanlardan biriyim. Gerekmedikçe değişiklik yapmam. Güvenli bir sınır olarak tarafımdan kabul görmüşlüğün rahatlığında ilerlerim. Ama bazı zamanlar anlamsızca ve aniden içime bir acaba düşer. Peşi sıra belli belirsiz bir endişe. Alt tarafı başka bir sokaktan geçeceğim, saliseye milyonlarca soru sığdırırım. Cevapları bulamadan da o yola girmiş olurum.

Kısa bir süre önce yine benzer bir durum yaşadım. Bu seferki ani bir acabadan kaynaklanmıyordu. Epeydir Tepe Mezarlığının girişindeki ağaçlık alanda kalan Suriyeli bir çiftten bahsediliyordu. Kızımı okula götürürken tercih ettiğim yolun hemen arkası. Harika bir deniz manzarasına sahip ancak dik ve virajlı olduğu için biraz da korkutucu bir yol. Oradan geçmek için iyi bir nedene ihtiyaç duyacağım yerlerden biri. O gün de yazdan kalma bir hava ve elimde oraya gitmemi sağlayacak önemli bir neden vardı. Merak.

Kızımı okula bırakıp yönümü bu çifte doğru çevirdim. Onlarla ilgili bir sürü söylenti vardı. Çoğu olumsuz olan söylemler ve elbette beraberinde bir rahatsız olma durumu. Oldukça uzun zamandır bunları duyduğum düşünülürse, bir şikâyete konu olmamış ya da müdahale edilmemiş olması merak uyandırıcı. Bunu öğrenmeliydim.

Rampayı çıkar çıkmaz tam olarak söylenilen yerde oturduklarını gördüm. Yol kenarında onlarca yeşil çam ağacının çevrelediği alanda kurumuş ve sararmış tek çam ağacının altına çökmüşlerdi. Yanlarına gitmeden önce arabamı kenara çekip bir süre izledim. İçi eşya dolu eski bir bebek arabasının önünde oturmuş ellerinde şişler, örgü ören genç bir çift. Evet, örgü örüyorlardı. Bu benim içinde oldukça şaşırtıcıydı. Birbirlerine bir şeyler söylüyor, gülüşüyorlardı. Kılık kıyafetleri göz ardı edilirse oldukça masum ve sevimli göründüklerini söyleyebilirim. Sezgilerimin verdiği yetkiye dayanarak -ki bu sık başvurduğum bir yöntem- yanlarına doğru yürümeye başladım. Dilimizi anladıklarına emin olamasam da bir zorunluluk olarak ‘Merhaba’ dediğimde alacağım cevabın beni bu şehrin tüm gettolarına başka bir gözle bakmaya zorlayacağını henüz bilmiyordum.

“Merhaba annecim!”

“Buyurun ablacım!”

Yüzlerindeki gülümsemeyi tarif edemeyeceğim. O coşku, o sevinç. İnsani bütünlükleri bozulamayacak şekilde masumiyet ile sabitlenmiş. Gözlerindeki perde kötü olan her şeyi gizleyerek bu kızılçamın altında onlara bir cennet vermiş. Kızın adı Fatima, oğlan adını bilmiyor. Buraya gelenlerden biri Ahmet olsun demiş. Fatima, Ahmet’e örgü örmeyi öğretiyor. Fatima’nın hatırladığı ve anlatabildiği kadarıyla aileleri tarafından buraya bırakılmışlar. Yük görülmüş, yetişkin bedeninde iki masum çocuk. Fatima Kuran okuyor. Fatima Ahmet’i seviyor. Kızılçam Fatima’nın evi ve orada benim gibi davetsiz misafirlerini ağırlıyor. Sonsuz bir güven, koşulsuz bir sevgi ve unutulmaya yüz tutmuş nadir rastlanan türden bir samimiyet ikram ediyor.

Nedenimi bulmuştum. Geri dönerken yüzümde beliren gülümseme nedenin güzelliğinin bir göstergesiydi. Müfredata seçmeli olarak girmiş bir dersten ortalamamı yükseltiyordum. Kişisel bütünlüğe kavuşmak için çabalayan insanlardan sıyrılmış insani bütünlüğü yeniden hatırlamaya başlamıştım.

Eve dönüp bir dahaki sefere onlara götürmek için, yaklaşan kışı da düşünerek birkaç parça kıyafet seçtim. Seçerken başımı soktuğum damın altında kendi yurdumda  ‘ben’ olmaya çalışırken, görmezden geldiklerim üzerine düşündüm. Görmezden gelinmelerim üzerine. Ve zamanı, dönüşümü, kendini gerçekleştirme baskısının pompaladığı yabancılaşmayı.

Kendimi felsefe ya da sosyoloji dersinden çıkmış gibi hissediyordum. Sanki Fatima bunları bana tıpkı ilkokul zamanımda olduğu gibi kara bir tahtanın önünde elinde beyaz bir tebeşir ile anlatmıştı.

Sanırım bunun benim için ne kadar anlamlı olduğunu da tarif etmekte zorlanacağım.

Kara tahta ve tebeşir. Okula başladığım ilk gün teneffüste kara tahtaya bir pencere çizmiştim. Beyaz bir pencere. Belki de dünyayı ve hayatı ilk defa gerçekten görmeye başlayacağımı düşünmüşümdür.

Fatima’nın dersinden hatırladıklarım daha önce öğrendiklerimle kesişmiş, unuttum sandıklarım gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. İnsanı kavrayışım üzerinde etkili olan kuramlar zihnime hücum ediyordu.

Tüm zamanlar boyunca insan neydi? Şimdi ne oldu?

Erich Fromm’a göre insanın, modern olarak adlandığımız zamanda dönüştüğü şey “sınırlı boş zamanlarında edilgen, daha büyük bir şişe, daha büyük bir elma, daha büyük bir meme isteyen birer emici oldukları ve böylece sonsuz bir beklentiye girdikleri bir yapı.”

Üstelik haklılığı da günümüz gerçekliği ile örtüştüğünden tartışmaya açık bile değil.

Bu durumda sanırım şöyle bir sonuca varabilirim.

Kendini gerçekleştirmenin sınırlarını diğerlerini geçme hırsı ile ihlal ediyor, erdem ve ahlak odağından gitgide uzaklaşıyoruz.

Adına özgürlük dediğimiz bir yanılsamanın içinde bize ait olduğunu sandığımız davranışlar sergiliyor, söylemlerde bulunuyoruz. Toplumsallığın gereklerini içselleştirip, çoğunluğun sesinin doğruluğunda hemfikir oluyoruz. Vicdanlarımızı derinlerde bir yerlere saklayıp, uyum ve uygunluk için daha fazla emiyoruz.

Sanırım bu iki masumu hor görmekteki kibir de bu emiciliğin bir sonucuydu. Bedenlerindeki savaşmaya değmeyecek zayıflık, modern insanın ezberinde olandı. Ancak gözlerindeki bilgeliği görmek ise kavrayış gerektiriyordu. Ve bunun için yeterli zaman yoktu.

Dünya an itibariyle yangın yeriydi. Savaşlar, salgınlar, krizler, tavsiye edilenler, dayatılanlar…

Ölüme rağmen ölmeyecek gibi yaşamayı başaran en muhteşem form insan, panik halinde tıpkı ilkel ataları gibi avlanmaya ve toplamaya devam ediyordu. Tek bir farkla atalarının ilkel dürtülerinin yerini modern insanda haz almıştı. Sahipliğe, önceliğe ve fazlalığa duyulan haz.

Kendini önceliklendirme hakkı saklı olmakla beraber, toplamayı abarttıkça sevgi, saygı, vicdan, hoşgörü, empati gibi değerler seyrelmeye başlıyordu.

Oysaki tüm maddesel hazlardan ve kibirden arınsak…

Ben başlasam, sen başlasan sonra çoğalsak, şehrin periferik alanlarına zakkum ağaçları eksek.

Herkes kendi hikâyesinden dokunsa zakkum çiçeklerine, niyeti kadar sebeplense…

Sonra oturup hep birlikte baştan yazsak…