Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

Yirmi beş yaşımdaki hâlimi anlatmamı istiyor öğretmen. Öğretmen kim? Bayan “Aman çocuklar, hayata dikkat.” Hatta işi daha da ileri götürüp “Hayat her zaman size beklediğinizi sunmaz, gençler, üzgünüm,” diye mırıldanıp duran o manyaktan manyak kadın.

Peki, bunu cepte tutalım şimdi ve yirmi beş yaşa doğru bir adım atalım. Ama sanırım önce biraz o süreçten bahsetmem lazım. Evet, evet, bu gerekiyor galiba.

İşin aslına bakarsanız doğduğum günün ertesinde ölmemin dışında, herkesten daha canlı biriyim. Yediğim önümde, yemediğim arkamda. Benim melek olduğuma inanan ve yemek yiyemeyeceğimi düşünen romantik annem ve bunlara toptan, hiç ama hiç inanmayan, sırf anneme olan şefkatinden inanıyormuş gibi yapan, güvenlik görevlisi babam için epey şaşırtıcı bir durum bu elbette. Eve yetiştiremedikleri erzakın sorumlusu benim, örneğin. Eve o kadar yorgun geliyorlar ki, misal, meyvelere ne oldu sorusunu bir adım ileri bir diyaloğa taşıyamıyorlar. Taşısalar da, ben portakallara elimi sürmedim vallahi ya da tövbe, elmalara dokunmadım gibisinden net cümleler bir sonrakilere evrilemiyor. Dudaklarında birbirine benzer hışırtılar ve hırıltılarla uyuyup kalıyorlar kendi köşelerinde gariplerim. Bana da o zaman gün doğuyor elbette. “Nerede kalmıştık?” diyerek yiyip içmeye devam ediyorum.

Neden mi gidemiyorum buralardan?

Neden olacak, demin de belirtmeye çalıştığım gibi, annem ben ölmemişim gibi davranıyor da o yüzden. Sürekli Zeyno aşağı, Zeyno yukarı. Bereket, nicedir çok ama çok çalıştığı için biraz huzur buldum. Ama ya evdeyken! Yahu olamaz böyle bir şey.

Doktorlara gidiyor, ilaçları leblebi gibi içiyor ama yok.

En son, “Belki bir hayır vardır,” diyerek Melahat teyzemin zoruyla bir hocaya gitti. Hoca albenili bir ortamda sürmeli gözlerini gözlerime dikip “Onun rahatı yerinde, o yüzden buralardan gitmiyor,” deyiverdi. Yüreğim hop etti, o ayrı konu.

Annem o zaman derin bir nefes bırakıverdi.

“Onun yaşadığını ben zaten biliyordum,” dedi. Babama anlatmak yerine elbette yine Melahat teyzeme anlattı. Melahat teyzem de en az annem kadar fantastiktir. “Ee, herhalde biliyorduk bunun böyle olduğunu,” dedi. Yan komşusuna da durumu çıtlattı. Lakin erkekler bilmiyor ha. Bilmemeleri konusunda da tembihler edip durdu komşusuna Melahat teyzem. Gözleri güneş gibi gülen kadındır ama benim adım geçince bulutlanıveriyor o gri yeşil gözler.

Bu tip durumların dışında rahatım yerinde, doğru ama annem, tıpkı Melahat teyzemin komşusuna fısır fısır söylediği gibi, günden güne eriyip gidiyor, ona üzülüyorum. Ama yapacak bir şey yok. Annemin Zeyno’suna, ben de dahil kimse dokunamaz.

Gelelim öğretmenimin verdiği ödeve: Evet, ne yazık ki buralardaysanız okula gitmek durumundasınız. Öyle devlet, her çocuğun eğitim hakkını korur gibisinden eli yüzü düzgün bir ihtimalden ötürü değil; kelle başına her okulun topladığı bir para var ya, o yüzden… Kısaca “orman kanunu” da diyebiliriz buna. Bunun serbest ekonomiye dayanan ülkelerde çok önemli olduğunu söylüyordu geçen gün televizyonda Millî Eğitim Bakanı. Millî eğitim bakanlarını özellikle mi böyle seçiyorlar, emin değilim. Paçozluk abidesi bir adam. İki lafı bir araya getiremiyor. Ama para deyince gözler fıldır fıldır. Sefil bir durum kısacası. Bir diğer sefil durum ise, elbette benim okulla kurduğum bağ… Annem ve babam benim ölüm ilanımı vermediği ve bu yüzden de resmî olarak okula başlamam gerektiği için, ben de okula gitmek zorunda kaldım. Öğretmenlerime “Sizin ona Zeyno diye seslenmeniz yeterli olacaktır,” diye tembihte bulunup durdu annem. Öğretmenler de, gariplerim, müdüre bakıp onun ‘hı-hı deyin, kafa sallayın, kadın keçileri salmış’ bakışları arasında “Tamam o zaman,” dediler. Kısaca, sefil eğitim hayatım böyle başladı.

Tahmin edersiniz ki, hep sessiz bir öğrenci oldum. Lise yıllarıma böyle sessiz sedasız eriştiğimde şu zırdeli öğretmenin kompozisyon konusuna vâkıf olmak zorunda kaldım.

Gelecek on yılı görmemiz isteniyordu.

Gelecek on yıl mı? Yahu, on dakika sonramızı bilmiyoruz ki bu ülkede!

Neyse.

“On beş yaşında kolaydır hayat ama ya on yıl sonra?” diyen bu kadın, bize tam iki ders saati verdi ve “Yazın,” dedi.

Elbette bana da “Zeyno, sana da sesleniyorum,” demeyi unutmadı. Hatta önüme iki tane çizgili kâğıt koymayı da ihmal etmedi. Bunun üzerine ben de onu kırmayıp, ya da boyun eğip yirmi beş yaşındaki hâlimi ruhani bir bulutun içerisinden anlatmaya başladım. Sanki yaşıyormuşum gibi. Sanki yaşasaydım öyle olacakmışım gibi. Sanki yaşasaydım ne olacaktı ki?

Zeyno ne olmak istiyorsun sorusuna

Kadın polis olacağım cevabını verirmişim gibi.

Neden polis sorusuna

Gücü elimde tutmak

Vatanı korumak

Teröriste göz açtırmamak dermişim gibi.

Velhasıl, bütün hikâye budur!

Olsaydım ne olurdu değil. Hiç olmamıştım ki. O hâlde atış serbestti.

Evet, yirmi beş yaşımdaydım. Hâlâ insanlara komik yüzümü göstermekten çekinmiyordum.

Böyle mi demeliydim?

Böyle dediğimi farz ederek devam edecektim ki, onun sesi zihnimi böldü.

“Ne güzel, ne mutlu sana; anlatacak bir hikâye bulmuşsun!”

Boş gözlerle ona baktım. Bu, sıramın tam çaprazında oturan cılız Leyla’dan yükselen bir ses. O ve ben sınıfın iki çarpısıydık. Ben yoktum, bu anlaşılır bir şeydi. O ise vardı ama benden daha beter bir yokluk içerisindeydi. Kimse onu tınmıyordu. Öğle tatillerinde hep yalnızdı. Derslerde hep ıssızdı. Sonradan birbirlerine fısıldayan kızlardan öğrendiğim kadarıyla, babası cezaevindeydi Leyla’nın. Annesi ise orospunun tekiydi. Öyle diyorlardı. Üstelik Kürtmüş. Kendini na şu otobanda satan bir kadınmış. Hatta Leyla’nın bir piç olduğu rivayeti de varmış. Babası zaten bu yüzden cezaevini boylamış. Öteki herifi mıhlamış. Mış da mış… Başta heyecanlı gelmişti. Sonra bunaldım. Bir yerden sonra bu zırvaları dinlemeyi bıraktım. Zira bu kızların hep ama hep anlatacağı bu tarz hikâyeleri mevcuttu ve başka da bir şeyleri yoktu.

Aslında Leyla’nın herkese beş basacak bir hikâyesi vardı. Ancak sorun şu ki, bu hikâyeyi kimsecikler duymak istemiyordu. O zaman bana da susmak düştü. Ya da Leyla’yı hiç duymamış gibi yapmak. O ise ısrarlıydı:

“Sana diyorum, sana…”

Bu kız beni nasıl ve nereden biliyor? Bu kız beni nasıl görüyor? O zaman düşüncelerimi anlamış gibi:

“Görünmeyenler birbirini görür,” dedi Leyla. “Bunda şaşacak bir şey yok, Zeyno!”

Olmayan bir benin, olmayan bir polis hikâyesi de böyle başladı işte.

Başlık kendiliğinden ortaya çıktı: “Bunda şaşacak hiçbir şey yok”.

Ve sonra yazmaya başladım ve bir süre sonra Leyla’yı da unuttum.

İlk sözcük haziran olarak döküldü. Sonrası da geldi. Hayaldi zaten. Ne sallasam olacak gibiydi. Yanımdakilere şöyle bir baktım. Nasıl kıvranıp duruyorlar… Alenen ecel terleri döküyorlardı. Ölü birine ecel teri falan vız gelirdi ve ben de yazmaya devam ettim:

Hazirandı.

Yaşamadığım hayatımın bütün haziranlarını hatırlamaya çalıştım. Annemin ben varmışım gibi hareket ettiği pikniklerimizi. O pikniklerdeki piknik tüpünün tıs tıs ateşinde pişen çayı. Melahat teyzemin tuhaf ve şaşkın kahkahalarını. Bazen gittiğimiz uzak akraba düğünlerini. O düğünlerde annemin geline altın takma sevdasını. Çeyrek altının durmadan yükselen fiyatı karşısında annemin nasıl bocaladığını ama kuyruğunu her seferinde dik tutarak gelinin böğrüne sapladığı çeyrekleri…

Hay Allah, ne diyordum? Hazirandı. Doğum günüme çok az kalmıştı ve ben hevesle çalışıp durduğum bilgisayarın sanal aleminden sanal gözlerimi zar zor kaldırdım. Ofisteydim. Artık hayalet lakabını çok iyi taşıyacak bir mesleğim de vardı: Polistim. Vurulmayan, vurulsa bile ölmeyen bir polisi kim istemezdi ki… Üstelik, özel silahlar ve taktikler birimi beni “Her şey yolunda,” diyerek kabul etmişti. Söylemesi bile afiliydi. SWAT*… Gerçekten de hayallerimle buluşmuştum. Kötülere karşı anne ve babamdan aldığım o ruh, beni ben yapmıştı ya da her ne kimseyse.

Annem ve babam iyice yaşlanmışlardı. Zaten onları terk edeli epey zaman olmuştu. Kendi kafama göre yaşıyordum. Zor bir mesleğim vardı. Ancak severek yapıyordum. Lakabım ise tuhaftı. “Pinokyo Zeyno” diyorlardı bana ya da sadece “Pinokyo”.

O gün bilgisayarda gezinirken ekibimin Tarlabaşı’na gideceğine dair bir not düşüvermişti posta kutuma. “Pinokyo’yu ön saflara alın” cümlesini görünce çok heyecanlandım.

Polis otobüsüyle Tarlabaşı’na gittiğimizde bizim otobüs gibi tonlarcasının arka sokaklara yığıldığını gördük. Miğferimin içindeki boş yüzüm titredi. İlk kez bu kadar kalabalık olduğumuzu görüyordum. Bundan gurur duymak istedim ama gerçekten sadece bende değil hepimizde gezinen bir hayalet ruhu vardı ve ürkütücüydü. Canlılar arasında bir hayalet gibi gezinen ben, ilk kez bütün canlıların hayalete dönüşmüş hâli karşısında tırsmıştım. Bu kadar SWAT da fazla canım! Ne oluyordu Allah aşkına!

Kimimiz gacır gucur öte öte Taksim Meydanı’na doğru yürümeye başladı. Kimimiz de -ben de dahil- hâlâ otobüsteydik. Derken gıcırtı arttı. Mekanik bir el, sol omzuma dokundu. Ses, eski bir radyonun ses düğmesini açar gibi büyüdü. Rahmetli dedem de tombul elleriyle böyle açardı radyosunun sesini, usul usul ama ahenksiz, hatta beceriksiz… Sonra ses, bütün odayı benzer bir ahenksizlikle kaplardı. Ses, böyle dolmuştu işte sol tarafımdan içime. “Pinokyo, ben Leyla,” diyerek…

Aaa, Leyla da buradaydı demek. “Evet,” dedi, “o kadar bunaldım ki, senin hikâyene karıştım, evcimen bilgisayar programcısı hikâyesinden yoruldum, SWAT oldum. Hiç fena fikir değil ha!”

Bundan sonraki öykü, ikimizin hikâyesi olacaktı demek.

Tam bu cümleyi yazıyordum ki, amirimiz bana seslendi: “Pinokyo, sen ne yaptığını sanıyorsun?”

Dikkat kesilince, amirim kılıklı polisin bizim sınıftaki kızlardan biri olduğunu anladım. Ne yazık ki adını bir türlü çıkaramadım. Biraz Jennifer Lopez’i andırıyordu. O yüzden ona “Buyurun, Jennifer Amirim,” diye seslendim.

“Kızım Pinokyo, Leyla’yı bizim ekibe alamayız,” dedi inatçı bir şekilde.

“Niye ki, Amirim!” diye diklendim.

Hikâye benim olduğuna göre, istediğim gibi yazabilirdim. Bu Jennifer da kim oluyordu! Bunu söylemedim elbet. Bizim işte emir komuta önemlidir çünkü.

Jennifer Amirim “Bak Pinokyo,”dedi, “bu kızın geçmişini bilmeyen yok! Bundan olsa olsa terörist olur. Orospu olur. Uyuşturucu satıcısı olur. Surata baksana. Leş gibi vatan haini suratı bu!”

“Amirim…” deyip sustum çünkü o sırada Amirim telsizden gelen bir mesajla irkilmişti. “Biber gazıııı!” diye bağırdı.

Leyla ile göz göze geldik.

“Haydi Pinokyo, oyalanma,” diye bağırdı Amirim. “Ben ne diyorsam o olacak. Hadi ikile, Leyla. Bir daha da karşıma çıkma.”

Bir daha Leyla’nın yüzüne bakamadım. Zaten zerrelerine ayrılmış, yok olmuştu. Her zamanki gibi.

Paldır küldür otobüsten indik.

Bu arada Leyla’yı ve zerrelerini de otobüste unuttuk elbette.

Gelin görün ki Leyla’nın, zerrelerinden ya da küllerinden yeniden doğması ve otobüsün bütün kapılarını içeriden kapaması da o sırada gerçekleşti. Sadece o otobüsü değil oraya yığılmış bütün otobüslerin kapılarını içeriden kilitledi. “Orospu bilgisayarcı,” diye inledi Amirim. Keşke öyle demeseydi. Leyla bunu da duymuştu elbette. Hoparlörden “Cenifer Lopet, SWAT ekibini al da git.

Yürrü, anca gidersin!” diye bağırmalar falan… Kaçınılmazdı. Tabii. Meşru müdafaa… Ama olacak şey değildi. Ama oldu bir kere.

Bunu gören Amirim çıldırdı. Ama resmen. Elbette onun amirleri de… O gün rezil olduk, rezil… Ulusal basın tamam da, yerel basın bile dalga geçti bizimle.

‘Bu Leyla hiç fena sayılmaz ha!’

Ulusal basında, kısa bir süre sonra işine son verilecek bir köşe yazarı böyle yazdı. Sadece o olsa iyi, bu işe kıyısından köşesinden kim bulaşmışsa herkes kendini kapı önünde buldu. Lanet olsun. Bomboş bir sayfanın içerisinde hiç yazılmamış bir hikâye gibi kalakalmıştık.

O yüzden hikâyeye bir kez daha başlamam gerekecekti. Ben de ne gerekiyorsa onu yaptım.

Hazirandı.

Leyla’yı uzun süreden beri tanıyordum. Benzer bir geçmişten geliyorduk. Aynı zamanda polis akademisine katıldık. Hatta aynı dönemlerde SWAT olduk. Hiç bu kadar kolay olacağını tahmin etmemiştik. Onunla, sınıfta yan yana otururken yazdığım bir kompozisyona dalar gibi, hayalle gerçeğin ortak diline temas etmişti dostluğumuz ve kader birliğimiz. O gün de Taksim Meydanı’na giden ekip otobüsünde birlikteydik. Tarlabaşı’na doğru giderken… Bir şişe su almayı bahane ederek otobüsten paldır küldür indik ve iniş o iniş. Miğferleri attık, saçları salladık. Bu ikimize de iyi gelmişti. Rüzgâra karışan bir şal ve o şalın üzerindeki desenler gibiydi saçlarımız. Niyetimiz, duamız oldu. Bir daha bizim izimize kimse rastlamadı.

 

* Özel Harekât Polisi