Ayşe Sazak

Hep Uyurken

İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

Yorgundu, uyumuştu. 

Bazı hafta sonları konuk gidiyordu yengesinin evine.

Orası da yuvası gibiydi. Bir dönem yanlarında kalmıştı yeni okulu için.

Hatta bu evin kapısından telli duvaklı gelin çıkmışlığı da vardı. En çok yengesini severdi. Sıcaktı, sevecendi, ona iyi gelen “yenge ciddiyeti” hep vardı, hiç ama hiç askıya asıp dinledirmediği. Yine de çok yakın olmayı bir adım mesafede tutan her neyse, aralarındaki içtenliği gölgelemez, geride bırakmazdı. Aksine içindeki boşluğu dolduruyor, iyi geliyordu. Çünkü ikisi de sahiciydi. O her şeyiyle o idi, yengesi de kendisi. Kendilerini sever, tanır ve geliştirme sevincini saklı tutarlardı.

Son yıllarda hafta sonu gelişlerinde yatağı salondaki kanepeydi.

Akşam oturması bitip de el ayak çekilince, yaprak gibi açılıp kanatları yanlara toplanmış buzlu camlı kapılar bulundukları duvardan kurtarılıp kapanır, kanepenin yastıkları toparlanıp kaldırılır, mis kokusuyla bir “yenge klasiği” çarşaf yayılır, nevresime geçirilmiş yorgan konur, o da dişini fırçalayıp, yüzünü gözünü temizler, evde bulundurduğu pijamalarını giyip girerdi yorganın altına. Daha o dakikada uykunun pamuk bulutuna yuvarlanır, derinlerine dalar giderdi.

En işlek dört sokağın kesiştiği köşeyi alan, Cumhuriyet döneminin görkemli yapılarından olan apartmanın zemin dairesiydi ev. Işıklar kapatılıp geceye teslim edilse de sokak lambaları da yoldan geçen arabaların ışıkları da hep ışık oyunlarını içerinin en ücra köşesine kadar dağıtmayı eksik etmezdi. 

Gecenin zifiri koyuluğunda bu parlamalar kapalı göz kapaklarını ayartmaya çalışsa da tam tersi etkiyle uykunun oynaşını artırırdı.

Start düdüğü çalındığında geç kaldı suya atlamaya… Yan gözle baktı, hiç kimse atlamamıştı ki!.. Havuzun en uç köşesindeydi yeri. Yeniden İngilizce saymaya başladı, hem de 10’dan geriye doğru. Start düdüğü yenden çaldı, yine yan gözle baktı yattığı yerden, atlamıştı bu kez yarışmacılar. Geri çağrıldılar, onlar da tramplenlerine geri döndüler. Kendisi başı havuza hizalı halde hâlâ yatmaya devam ediyordu, kendine ayrılan yerde. Yeniden öttü start düdüğü. Sonra bir kez daha yeniden…

Hemen yakınındaki üzerinde kırmızı neon “exit” yazılı kapı aralandı, çiğ floresan ışığı gözlerini kamaştırdı. Beyaz saçlı, geçkince, iki atletik hanım yanına yanaşıp kapıdan floresanlı çil aydınlık koridora çıkardılar. Diskalifiye olmuştu, yani elenmişti. Anons bangır bangır bütün salona bunu duyuruyordu.

Ağlama sesiyle uyandı. “Oh kâbusmuş meğerse,” dedi. Elendiği yarışma bir rüyaydı, çok şükür uyanmıştı.

Sessiz, utangaç ama bir o kadar kederli içli içli ağlıyordu birisi hemen yattığı yerde. Yengesi miydi, yoksa evin emektar ninesi mi?…

Gözlerini araladı, uykudan kopardığı bir kırık uyanıklıkla. Bir siluetti gördüğü. Dört yolun, tam da dörtyol kallavisi ışığında sokağa dönmüş bir beden. İçli, içli, çok acılı, çok sebepli, ağlatandan çalınmış bir nebze hakkedişle içinin acısı akıyordu dışarı

Ağlıyordu biri bu evde… Acıyla, üzüntüyle, arınmak için… Ama o, ağlayanın kim olduğunu ne öğrenmeye niyet etti ne de ağlayan yanına gelip dertlendi.

Çocukluğunun en uzak gecesindeydi şimdi. Yine sevgili sonsuz, kalın örtülü uykusundayken, uyanmıştı. Çıplak ampulün aydınlattığı odada siyah pelerinli, çizmeleri dizine kadar uzun bir adam oturuyordu annesinin karşısında. Tanımadığı, o güne dek hiç görmediği sarı saçlı bir adam. Tepeden tırnağa simsiyahtı, ama o pelerin, siyahın da ötesinde daha derine saklıyordu bilinmezliği; belki de korkuyu ve hatta gizli, gizemli, meşru olmayan ve hatta ahlaksız teklifsiz bir cüreti…

Siyah kordonuyla uzanan çıplak ampul yanıyor, oda aydınlık, gönüller karanlık, annesi ve pelerinli adam sarı sarı konuşuyorlardı. Sessizce, fısıltıyla…

Uyurken…

Elindeki ekmek sepetiyle bilmediği koridordan yürüdü, ışığın geldiği buzlu camekândan kapıya yanaştı, içeriden masadaki öğretmeni Ayten’in, Nebahat’ın, Adile’nin, Bahriye’nin sesleri geliyordu. Müdür amcanın öğretmen olmayan, aslında hiçbir şey olmayan lüleli saçlı, etine dolgun, tombul hanımı dedikoducu Fitnat, tenceredeki pilavı karıştırırken konuşuyorlardı hep bir ağızdan, ama fısıltıyla.

Camlı kapının koluna yapışarak açtı usulcacık. İçeri adımını atar atmaz sesler sustu, bakışlar dondu, suçluları yere baktı. Kimse yüzüne bakamadı, o da ne yapacağını bilemedi, ekmek sepetini işlemeli beyaz örtülü mutfak masasının üzerine bıraktı. Bir an, “şimdi ne yapacağım” diye düşünen, kararsız belleğine izin verip elleriyle eteklerini sıvazladı, geri geri yürüdü. Bilmiyordu, ama o da saçılan suçlamayı dedikoduyu almış, kabullenivermişti. Yere düştü bakışları, tuzla buz oldu. İçinden “Nergis ablam…” dedi, döndü yürüdü gitti. Böyle zamanlarda bastıran uykusunu önleyemedi. Davetli oldukları akşam yemeği masası toparlanmıştı hemen hemen.

Tuvalete girdi. Zemindeki bol kara damarlı mermer çukurluğun arkasına gelen geniş karanlık delik kendisini içine çekiyordu. Kurtaramıyordu ne yapsa ne etse…Derken bir ayağı kara delikten aşağıya çekilmeye başlamıştı ki ortalığa sarımtırak kahverengi yapışkan balçık yayılmaya başlamıştı usul usul. Yağlıboyası çoktan bozulmuş, kapalı kapıya elleriyle yapıştı, itince kapı açıldı ardına kadar. Floresanlı çil aydınlık gözlerini kamaştırdı, Yine kurtulmuştu ki uyandı uykusundan bir kez daha. Sırtı, alnı ter içindeydi. Lakırdılar, pis dedikodulu fısıldaşmalar varsın önüne ardına döküledursundu.

***

Yok, bu kez uyumuyordu, ama farkı yoktu, yine kötü bir düşün eteğindeydi. Ha uyumuş, ha uyumamış… Ne fark eder.

Evlerinde henüz telefon yoktu. Daha bağlanmamıştı. Mahalledeki evlerden bazılarında vardı. “Bağlandı bizimki,” derlerdi. Başvurmuşlar, sıraları gelmiş bağlanmıştı onlara… Amcası gece çalışırdı. Gündüzle ilgisi, ilişkisi pek azdı. Dünyayla da sanki öyleydi. Ama çocukların uğraşıp da çözemedikleri matematik ödevlerini, hatta geometri maketlerini, eve döndükten sonra, yorgunluktan bitmiş halde yatıp uyumadan önce yapardı. Onlar da çok sevinirlerdi sabah eksiksiz ödev götürecekleri, aferin alacakları için öğretmenlerinden.

Çağırmışlardı feryat figan. Aysel ablasıydı konuşan. Beyaz ellerinden birisi ahizeyi tutuyordu kulağına doğru, diğer elin kırmızı ojeli, güzel tırnaklı parmak uçları kordonu rulo rulo doluyordu yeniden. Gergindi sesi gibi parmakları da. Doluyordu işte, “tel sarar kızım, tel sarar” bebek tekerlemesiyle…

“İftira!” diyordu pembe dudakları. Ben sizin eşinizi ne bilirim ne tanırım. 

Buzlu camekândan kapının ardından okula müfettişlerin geleceğini anlatıyordu birilerine. Gelsinlerdi, korkan mı vardı. O güzel bir kadındı. Çekemeyeni çoktu, iftira atanı da… 

Üç kez tekrarlanmıştı yarışmanın startı.

O kalkamamıştı en uçta ona ayrılmış kulvarının trampleninin hemen çıkış basamağının önüne konmuş bambi yatağından. Başlama düdüğüne kadar süren geri saymalara yetişememişti. Sanki niyeti de yoktu ya; atlamaya, ıslanmaya, kulaç atmaya.

Sonunda koluna girip çıkarmışlardı göz yakan floresan aydınlığındaki koridora, beyaz saçlı topuzlu hanımlar.

Uyanmıştı sabah ve su niyetine…

Mimoza kokuları doldu genzine. Koca bir demet sarı mimozalar… işte bahar! 

Ailesinin sevdiği tüm haksızlığa uğramış kadınlarına…