Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Bahaneler

Bankanın önündeki bankta yaşlı bir kadın oturuyordu. Garip kıyafeti gözden kaçar gibi değildi. Başında eğreti duran yayvan kenarlı hasır şapka, yaz günlerinin geri gelmesini bekler gibiydi. Kısa kollu emprime elbisesi rüzgâra kapılmış uçuşuyordu. Sandaletin arasından görünen parmakları, kızarmanın ötesinde morarmıştı. Kadın “Ben soğuğa pabuç bırakmam” der gibi, şalına sımsıkı sarındı yeniden. Sadece şalın taba, sarı ve kızıl kahve renkleri mevsimle uyum içindeydi. Onu bir eliyle sımsıkı tutuyordu. Diğer elini yerde duran tekerlekli valizin sapına yaslamıştı.

Rengin’in gözü kadına takılıp kaldı. Ne zaman gelip oraya oturduğunu bilemedi. Müşterilerle ilgileniyormuş gibi yapsa da, aslında kadının kim olduğunu ve onu nereden tanıdığını düşünmekten kendini alamadı. Bir ara kapının önüne çıkıp “Üşüteceksiniz içeri buyurun” demeyi düşündü. Banka müdiresi Berna Hanım böyle ahbaplıklardan pek hoşlanmazdı. Bunu bildiğinden başını derde sokmak, laf işitmek istemedi. Akşama az kalmıştı nasılsa… O zaman ilgilenecekti onunla.

Günler kısalmıştı, günler hızlanmış geceler inadına uzamıştı. Rengin’in geceleri, bitmek bilmeyen yılankavi yollar gibi döne döne, sabahın ilk ışıklarını beklemekle geçiyordu. Sevgilisi, kim bilir hangi tazenin peşine takılıp gittiğinden beri böyleydi bu.

 

Saat beş olmak bilmiyordu. Beşe on kala yavaş yavaş hazırlanmaya başladı. Tam beşte, daha kapı müşterilerin arkasından kilitlenmeden, Berna Hanım’a bir gülücük gönderip kendini dışarı attı. Bankta oturan kadın da aynı anda ayağa kalkıp morarmış bacaklarını sürükleyerek ona doğru birkaç adım attı.

“Rengin, kızım merhaba…”

“Aaa, Suna Teyze sen misin?”

“Evet canım.”

“Neden içeri girmedin. Bu soğukta hasta olacaksın. Ne yapıyorsun burada?”

“Anneni bekliyorum.”

“Annemi mi? Daha neler, annem öleli üç yıl oldu Suna Teyze. Hatırlamıyor musun, cenazede ne çok ağlamıştın.”

“Hayır, hayır o üç yıl önce ölen anneannen Cemile Hanım’dı. Zerrin yaşıyor.”

“Ah keşke yaşasa… Anlaşılan senin kafan biraz karışık.”

“Yok be kızım, annen bana telefon etti. ‘Git bankanın önünde bekle, Rengin’le birlikte eve gelin, yarın sıcak ülkelere gideceğiz’ dedi. Bize uygun bir gezi bulmuş, birlikte o geziye katılacakmışız.”

“Hoppala, haydi gel bakalım o zaman, doğru arabaya…”

Kadını sokakta bırakamazdı, ayrıca “Gel” demek kolaydı.

 

Rengin Suna’nın bavulunu aldı. Suna şalına daha sıkı sarındı, son gayretiyle park yerine kadar yürüdü ve oflayıp puflayarak arabaya bindi. Rengin “Şimdi ısıtırım seni” diyerek havalandırmayı açtı ve düğmeyi kırmızıya çevirdi. Suna’nın yüzü güldü, minnetle Rengin’in dizini okşadı, buz gibi eliyle. Az sonra arabanın içinde ılık ılık yalancı bir meltem esiyordu.

Suna dışarıda çiselemeye başlayan yağmura takılıp kaldı. Ön cama düşen damlalardan saçılan ışık gibi dağılıyordu düşünceleri. Onları nasıl derleyip toparlayacağını bilemiyordu.

Rengin, düz yola çıkınca “Demek annem öyle dedi” diyerek hemen konuya girdi.

“Evet, düşünsene ne hoş olacak, yarın sıcak bir ülkeye doğru yola çıkacağız, işte bu yüzden ince giyindim.”

“Pasaportunu yanına aldın mı?”

“Aldım elbette, param da var, vizem de.”

“Ne vizesi?”

“Venezuela.” Suna neşeyle devam etti. “Biliyor musun, biz burada kışa girerken onlar orada yaza giriyorlar.”

“Vallahi bravo, bilmediğin yok maşallah. Sadece bir sorunumuz var, annem evde yok.”

“Yok mu, nerede?”

“Bilmiyorum ama umarım olduğu yerde nur içinde yatıyordur.”

“Olsun benim acelem yok, dönmesini beklerim. Zerrin gelince birlikte gideriz.”

‘Eyvahlar olsun!’ diye içini çekti Rengin ama çaresizliğini belli etmeyen bir cevap vermeyi yeğledi:

“Bakalım nasıl olacak, ben de çok merak ettim şimdi.”

 

Ev küçücüktü ama sıcacıktı. Ortada geniş bir hol vardı. İki küçük oda, mutfak ve banyo bu hole açılıyordu. Hatta sokak kapısı bile. Suna şalını çıkartmadan holdeki koltuklardan birine oturdu.

“Kızım lütfen biraz su ısıt ve bir leğene koy getir. Baksana ayaklarım mosmor, biraz ısınayım.”

Rengin hayretle baktı kadına. Kolayca talep etmesi sinirine dokundu. Annesinin anısına saygısızlık etmemek için sadece başını sallamakla yetindi. Evet, hatırlıyordu kadını. Daha çok annesinin seyahat resimlerinden. Pek görüşmezlerdi ama geziler ucuza gelsin diye aynı odayı paylaşırlardı. Rahmetli annesi bavulunu toplayıp yollara düşmeye bayılırdı. Suna’ya Hindistan’da rastlamış, böylece iki dul kadın birlikte gezer olmuşlardı. Bir seferinde Rengin annesini havaalanına bırakırken tanışmıştı onunla. Sonraki karşılaşma annesinin cenazesinde olmuştu. Hıçkıra hıçkıra ağlayan bu kadının kim olduğunu merak edip yanına yaklaşınca zar zor hatırlamıştı onu. Suna’nın “Zerrin benim en yakın arkadaşımdı” diyerek feryat etmesi orada bulunan bütün akrabalar ve yakın dostlar tarafından oldukça garip karşılanmıştı.

Rengin kavuniçi renkli, kare biçimli, plastik leğene döktüğü sıcak suyu getirip ayaklarının dibine bırakana kadar, Suna hiç ses çıkartmadan bekledi.

“Güzel kızım ellerin dert görmesin” diyerek ayaklarını suyun içine daldırdı, yüzü keyifle ışıldadı o an.

Rengin üstünü değiştirip mutfağa girdiğinde, Suna’nın ayaklarında ısınan kan, damar yoluyla yukarı doğru tırmanıyordu.

“Suna Teyze ben yalnız yaşadığım için pek yemek yapmam. Evde ne varsa getirdim işte, kusura bakma.”

“Yok kızım o nasıl söz… Bunlar yeter de artar bile. Zaten ne derler bilirsin; peynir ekmek, hazır yemek.”

Suna çok acıkmış olmalıydı. Alelacele silip süpürdü sofradakileri. Rengin ona baktıkça bu yaşlı kadının iştahına inanamıyordu.

Tabaklar boşalınca “Sofra hazırlayanların çok olsun kızım” diyerek yine oturduğu koltuğa geçiverdi. “Hadi kızım aç şu televizyonu. Üçüncü kanaldaki dizi başlamıştır çoktan, ben onun hastasıyım, çok matrak, gel otur yanıma birlikte izleyelim.”

“Yok Suna Teyze sen izle, ben buraları toplar, senin için annemin odasını hazırladıktan sonra yatarım. Sabah erkenden yine banka, yine koşturmaca.”

“Boş ver toplamayı, ben yarın her işi yaparım.”

 

Rengin anlaşılan yarın da burada diye düşünürken odasına girdi ve son gülücüğün ışıdığı yatağa bıraktı kendini. Gülücük kurudu kaldı dudağının kenarında. Artık anlıyordu kadın, arkadaşını beklemeyi aklına koymuştu bir kere, çaresizliğin böylesi garipti, daha da garip olanı hiç gelmeyecek olanı beklemekti. “Kimi kandırıyor bu kadın?” diye sordu, “Beni mi, kendini mi?”

 

 

İçi boş iki küçük delik

Günler hızla geçiyor, geceler uzadıkça uzuyordu. Rengin susuyor bekliyordu. Nereye kadar beklemesi gerektiğini bilmeden. Her akşam Suna güler yüzle karşılıyordu onu. Bir gün önce laf arasında sevdiği yemekleri sorup öğreniyor, ertesi gün sofrada önüne koyuveriyordu. Rengin teşekkür ederek yiyor ancak “Ne olacak bu işin sonu?” gibi bir soruya cevap aramaya devam ediyordu.

Onun istediği yeni bir anne modeli değil, yeni bir sevgiliydi. Otuz beşine varmadan bebeğini doğurup kendisi anne olmayı arzu ediyordu. Şunun şurasında sadece beş, altı yılı kalmıştı. “Giderek hamile kalman zorlaşır” demişti doktor. Bu nedenle her geçen günün ardından kayıp bir gün daha diye düşünmekten kendini alamıyordu.

“Gel kızım yanıma otur, birlikte dizi izleyelim.”

“Yok Suna Teyze, sen izle, ben yorgunum yatacağım.”

Akşamları yinelenen bu konuşmadan sonra Rengin odasına kapanıp içini çeke çeke ağlıyordu.

Suna giderek evi sahiplenmiş “Bugün hava serindi de biraz üşüdüm” bahanesiyle, Rengin’in kazaklarını, eşofmanlarını giyer olmuştu.

“Onlar senin olsun.”

“Sahiden mi?”

“Elbette Suna Teyze, senin üşümeni istemeyiz, sıkı giyin de hastalanma. Bu aralar annemi unuttun. Venezuela’ya yaz gelmiştir şimdilerde… Ne oldu gitmiyor musunuz?”

“Yok yok gideceğiz. Zerrin dün aradı, işi biraz uzamış. Birkaç gün daha burada beklememi söyledi. Haftaya gelecekmiş.”

“Eh iyi o zaman, bekleyelim bakalım bir hafta daha.”

“Şey, sana bir şey soracaktım. Banyodaki tembel hayvan var ya, işte o da benim olsun mu?”

“Hayır o olmaz!”

“Neden?”

Rengin bu soruyu cevapsız bırakıp odasına girdi ve kapıyı sertçe kapattı. Sürpriz yumurtadan çıkan bu minik tembel hayvan, onun dert ortağı ve aynı zamanda düşlerine yön veren bir esin figürüydü. Rengin her sabah ve akşam adını Atalet koyduğu bu tembel hayvanla birlikte ormanlarda gezer, okyanuslara dalar, dişlerini fırçalarken bile onunla konuşurdu. Onu birine kaptırmaya hiç niyeti yoktu.

Bir pazar sabahı “Kahvaltı hazır” sesiyle uyandı Rengin. Tatil günlerini döne döne yatakta geçirmeye bayılırdı ancak o geldiğinden beri bunu bile yapamıyor, ayıp olur dürtüsüyle fırlıyordu yataktan. Sadece bu da değil, tüm yaşamı altüst olmuştu. Sürekli kullanılan bir sabun gibi giderek küçüldüğünü hissediyordu. Suna kendini evin asıl sahibi sanmaya başlamıştı. Rengin’i sofraya buyur etti.

“Bak kızım, seversin sana Menemen yaptım.”

O an Rengin’in içinde kocaman bir tencere kaynamaya başladı. Suna, elbette bundan habersiz önceden hazırladığı ikinci hamlesine geçti.

“Geldiğimden beri hep evdeyim. Tek gittiğim yer yan sokaktaki market. Diyorum ki bugün beni arabayla biraz gezdirsen…”

“Ne gezdirmesi…?”

“Canım da bir balık çekiyor ki…”

“Ne balığı…?”

“Bilmem ki, şu sıra hangisi tazeyse. Lüfer olur, kalkan olur, hamsi bile olur. Sen götür yeter ki, balıklar benden.

Rengin’in içinde kaynayan tencere artık fokurdamaya başlamıştı. Kapağı buhar gücüyle hopluyor, sıcak sular etrafa saçılıyordu.

“Suna Teyze hiçbir yere götüremem seni. Bugün benim başka işlerim var. Ayrıca sanırım sen de biliyorsun boşuna beklediğini. Bak gördün mü, bir hafta daha geçti ve annem hâlâ gelmedi. Anla artık, o gelmeyecek!”

Suna dinledi. Her sözcükle birlikte yüzü biraz daha soldu. Rengin son cümleye geldiğinde, üzerindeki hırkanın yeşili bembeyaz yüzüne vurmuş, yosundan yapılmış bir maskeye dönüşmüştü. Gözleri, suratının ortasında içi boş iki küçük delik gibi duruyordu.

Rengin ondaki bu değişimi hiç fark etmedi çünkü hep yaptığı gibi, Suna’nın yüzüne bakmadan konuşuyordu. Artık kendine engel olamaz bir durumdaydı ve söylenmeye devam etti.

“Menemen yemek istemiyorum. Birazdan kuaföre gidip saçlarımı boyatacağım. Döndüğümde kendi evimde, kendi başıma kalmak istiyorum.”

Sonra hızla giyinip çıktı Rengin. Suna çoktan annesinin odasına girmiş, bu sabah ortalıkta dolanıp Rengin’i daha fazla çıldırtmak istememişti.

Yol boyunca düşündü Rengin. Acaba bu sözler yeterli olacak mıydı? Döndüğünde yine “Bak sana ne pişirdim” derse, yarı bunak bu yaşlı kadını kolundan tuttuğu gibi kapı dışarı edebilecek miydi?

Aslında biraz üzülür gibi de olmadı değil ama sonu olmayan bu anlamsız birliktelik onu tüketmişti. Annesi aklına geldiğinde huzursuz oldu. Onun anısı, onun arkadaşıyla sınanmamalıydı.

Kuaförden içeri adımı atınca birden en önemli konu saçları oldu.

“Vay! Rengin Hanım nerelerdeydiniz?”

“Oktaycığım, yoğunluk vardı ama bugün buradayım, hem de akşama kadar. Röfle yap, balyaj yap, kes, fönle ne istersen yap, kısacası güzelleştir beni.”

“Daha fazla mı?”

“Aman şakacı çocuk, nerde benim orta kahvem?”

Bu değişiklik ne güzeldi… Ev ve banka arasında dokuduğu mekik canına yetmişti.

Dönüş yolunda vitrin camlarına yansıyan görüntüsüyle mutlu oldu Rengin. Kendine güvendi yeniden. Aynı anda kendi resmi canlandı gözünde. Kucağında bir bebek, yanında bir erkek vardı. “Olacak, o da olacak” dedi sabırla.

 

Evde ışık yanmıyordu. “Suna Teyze!” diye seslendi ama cevap alamadı. Kahvaltı sofrası toplanmamıştı. Hemen annesinin odasına baktı. Yatak çarşafları çıkartılmış, yorgan katlanıp yatağın üstüne konulmuştu. Tekerlekli bavul yerinde yoktu. Aynanın kenarında duran yayvan kenarlı hasır şapka özellikle bırakılmış gibiydi. Rengin’in içinde ılık bir rüzgâr esti. Kuruntuyu, üzüntüyü önüne katıp götürdü. Sabahtan beri onu bekleyen menemeni soğuk bir iştahla yedi.

Yatmaya hazırlanırken “İşte yine baş başayız, sonunda evimiz bize kaldı” dedi Atalet’e

Ancak bu ferah duygu pek uzun sürmedi. Adına vicdan azabı denilen ve hiç acıması olmayan bir başka duygu gelip, Rengin’in sinesine çöreklendi.

“Atalet söyle bana, gidecek yeri var mıdır? Annem bana gücenir mi?”

Atalet hayır der gibi parmağını oynatmaya uğraşırken, bir soru daha geldi.

“Söyle bana, evini bulabilmiş midir?”

Atalet gülümsüyor ve bir sonraki hareketine hazırlanıyordu. “Öf be, bıktım! Bu sorular benim aklımı karıştırıyor. Acaba kolumu mu atsam, bacağımı mı, sıra hangisindeydi?”

“Boş ver, at birini. Ben aslında kendime kızıyorum. Keşke ev adresini, telefon numarasını isteseydim. Kadına hiç yakınlık göstermedim ki… Gene de üç hafta kaldı. Ya gösterseydim, ne olurdu acaba? Belki bir gün bir yerde karşılaşırız…”

Atalet uzun süre düşündü. Tam Rengin dişlerini fırçalarken başını salladı.

 

Ertesi gün banka iyice karıştı. Önce dolar beklenmedik bir hızla yükseldi. Sonra bir gecede düşüp, bütün banka personelini ve mudileri şaşırttı. Kimse bir anlam veremiyordu bu olanlara. Bazıları telaşa kapılıp dolar satarken bazıları da alıyordu. Kimi bir gecede çok para kazandı, kimi kaybetti ama bankacılar bitkin düştü. Rengin akşam eve döndüğünde artık Suna pek aklına gelmiyor, çok yorgun olduğundan, Atalet’le bile dertleşmeden, hemen uyuya kalıyordu.

 

Bulutların Üstünde

Her yeni yıl gelmeden bankanın hesapları, teftiş kurulu tarafından incelenir, bu sancılı süreç bütün çalışanlara “İllallah!” dedirtirdi. Rengin de tedirgindi. Önündeki evrakı bir daha gözden geçiriyor, dekont hesaplarını yeniden kontrol ediyordu. Bu telaş sırasında Suna’yı tümden unuttu.

 

Müfettişlerden biri, Gürkan Bey, nedense Rengin’in evrakını kurcalayıp duruyordu. Arkadaşları mesaiyi bitirip evlerine dönüyor ama o bir pürüz bularak Rengin’i oyalıyordu. Uzayan çalışma saatleri bir restoranda son buluyor, Rengin bir kadeh şarap içince teftişi meftişi unutup Gürkan Bey’in kara gözlerine dalıp gidiyordu. Sonunda işin iç yüzü anlaşıldı; ilk teftişte aşk ve bebek özlemi bu ikisini kıskıvrak yakalamıştı.

 

Şimdi onlar uçakta, balayı için Dubai’ye gidiyorlar. Yan yana, sarmaş dolaş oturmuşlar, sadece mutluluktan değil, gerçekten bulutların üzerinde uçuyorlar. Gürkan bir duble viski içince uyuyakaldı. Rengin ise önündeki küçük ekranda film izlemeye karar verdi. Sunulan filmlerin arasında “Sally’nin Maceraları” dikkatini çekti çünkü filmin tanıtım resminde yaşlı bir kadın gülümseyerek ona bakıyordu. O an Rengin birden Suna’yı hatırladı. Sally adındaki bu kadın da onu ilk gördüğünde olduğu gibi, aynı yayvan kenarlı hasır şapka, aynı emprime elbise ve sandaletlerle bir bankın üstünde oturmaktaydı. İnanamadı, gözlerini ovuşturdu, yeniden baktı Rengin “Yok artık pes, olacak iş değil!” dedi.

 

 -Film Brooklyn’de geçiyordu. Yüksek ve karanlık suratlı bir apartmanın en alt katında tek başına yaşayan Sally ağlamaklı bir çehreyle eski albümleri karıştırıyordu. Sonra bir süre evin içinde ne

yapacağını bilmez bir edayla dolanıp durdu. Ani bir kararla sokağa çıktı, bir kütüphaneye girip bilgisayarı açtı ve başladı birtakım notlar almaya.

Asıl film bu jenerikten sonra başladı. Sally garip kıyafetler giyerek eski arkadaşlarını ya da onların çocuklarını ziyaret ediyor, bunak taklidi yaparak onların evinde kalabildiği kadar kalıyordu. Bazıları ona bir süre katlanıyor, o da onlarla birlikte olmanın tadını çıkarıyordu. Bazıları ise onu daha içeri bile almadan geri çeviriyordu. Sally bu duruma pek aldırmıyor, listesinde bulunan bir sonraki adrese giderek orada yepyeni insanlarla tanışıp yeni maceralar yaşıyordu.-

 

Birden Suna Teyze göründü Rengin’e. Başında yayvan kenarlı şapkası, Rengin’den aldığı yeşil hırkasıyla sokaklarda iki büklüm yürüyor, sırtında kızıl kahve, sarı ve taba renkli bir torba taşıyordu. Rengin motor gürültüleri arasında onun sesini duydu. “Anılar alıyorum, anılar satıyorum, anıcı geldi, anıcııı!”

“İşte bu!” diye haykırdı birden.

Kocası korkuyla açtı gözlerini “Ne oldu ne var, neden çığlık attın?”

“Yok bir şey canım, iyiyim. Çok ilginç bir film izliyordum, yarısında uyuyakalmışım. Film rüyama girdi. Şimdi not ederim, eve dönünce birlikte baştan izleriz.”

“Olur aşkım, sen nasıl istersen…”

Uçak inişe geçmişti, Gürkan Rengin’e sımsıkı sarıldı. “Hadi öpüş benimle. Uçak inerken öpüşenler hiç ayrılmazmış.”

“Yalan.”

“Doğru vallahi, bir arkadaşım demişti.”

“Umarım doğrudur.”

Öpüşürken nerede olduğunu unutan ve bu yüzden en sona kalan bu iki yolcu, hostesler tarafından alaycı gülücüklerle uğurlandı.