Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

Küba denince ilk akla gelen, Fidel Castro ve Havana’dır. Pek duyan yoktur Viñales Vadisi’ni. Hele orada yaşayan genç Fidel’i, eminim kimse tanımaz. İşte bu öykü onun hakkında. Genç Fidel’in yaşadığı tarifsiz acıyı anlatmayı deneyeceğim. “Deneyeceğim,” diyorum çünkü böylesine yıkıcı ve ezici bir acıyı anlatmak kolay değil.

Neşeli bir haziran sabahı Fidel ve ailesi erkenden uyanmış, kahvaltıdan sonra hazırlıklara başlamışlardı. Turist grubunun geleceği gün, hepsi heyecanlı olurdu. Anne Yolanda üç kocaman termosa kahve yapıp dolduruyor, iki kızı ise seramik tabaklara ikram için mango ve bisküvi dizerek evlerinin hemen yanındaki satış ofisine taşıyordu. Evin oğlu Fidel tütün kurutulan kulübede çoktan yerini almış, az sonra turistlere gösteri yapmak için saracağı puronun yapraklarını hazırlıyordu. Baba Benito ise ortalıkta gülümseyerek dolaşıp hazırlıkları izliyor, kazanacağı paraların hayalini kuruyor ve bu arada bahçedeki domuz yavrularıyla şakalaşıyordu.

“Yeter ulan, serseriler! Amma emdiniz kadını! Biraz yem yeseniz de ananızın canına okumasanız, olmaz mı?”

Pinar del Rio şehrinde yer alan Viñales Vadisi, Küba’nın önemli bir tarım merkezidir. Şeker kamışı ve tütün tarlaları, mogoteler arasında uzayıp gider. Mogoteler, devenin hörgücüne benzeyen yuvarlak tepeli dağlardır. İçlerinde git git bitmez mağaralar ve nehirler barındıran bu dağlar, turistlerin ilgi odağı olmuştur. Bölgeye getirilen turistler, nehirlerin üzerinde kayıkla yol alarak mağaraların içinde saatlerce gezdirilir. Havana’dan yola çıkıldığından, katettikleri mesafenin üzerine bir de bu macera eklenince hepsi acıkmıştır. Vadi manzaralı bir restoranda Karayip mutfağından örneklerle tıka basa doyurulduktan sonra, puro ve kahve keyfi için Benito ailesinin yaşadığı çiftliğe götürülürler. 

Fidel Castro’nun en sevdiği bölge olan Viñales’de yaşayanlar; Küba’nın ağırkanlı, tembel insanlarına hiç benzemezler. Gün boyu çalışırlar. Dünyanın en kaliteli tütünü burada, atadan kalma yöntemlerle yetiştirilir. Dolayısıyla dünyanın en pahalı puroları da burada üretilir ve insan eliyle sarılır. Eşi benzeri olmayan bu puroların kutusuna binlerce peso ödemekten çekinmeyen kodamanlar, daha ürün tarladayken sıraya girmişlerdir bile.

Nerede kalmıştık? Kuşların cıvıl cıvıl öttüğü, kız kardeşlerin anneleriyle şakalaşıp kıkırdaştığı, Benito’nun domuzlarla konuştuğu o neşeli haziran günü Fidel, kulübede turistleri bekliyordu. Kulübe dediğime bakmayın. Kocaman bir ev gibiydi bu yapılar. Havadar olsun diye iki yanı açık bırakılmış, damı sazla kaplanmıştı. Tarlaya yakın bir alanda yerel malzemeyle inşa edilen yapıların içi, sıra sıra dizilmiş tütün yapraklarıyla tıka basa doldurulmuştu. 

Fidel’in aklı beş karış havadaydı o gün. Turistleri ve ailesinin kazanacağı parayı umursadığı yoktu. Sadece Mivida’yı düşünüyor, artık evlenmeleri gerektiğini biliyordu. Daha dün gözyaşları arasında sevişmişlerdi. Mivida “Artık tarlalarda ve mağaralarda sevişmekten bıktım,” demişti. “Haklısın,” demişti Fidel. “Sadece bize ait bir evimiz olsun diye para biriktiriyorum. Az kaldı, bir tanem.”

“Ev umurumda değil. Senin odan ikimize de yeter. Benim için hiç fark etmez. Ha sizin ev ha bizim. Yeter ki bir yatağımız olsun. Artık gizli saklı buluşmak zor geliyor.”

“Haklısın, canım. Babamla bu akşam konuşurum.”

“Söz mü?”

“Söz. Babam turistlerden para kazandığı için, akşam keyifli olur. Ben de o arada girerim konuya.”

Yan yana evlerde yaşıyorlardı. Aynı okula gitmişlerdi. Mivida, tıpkı isminin anlamı gibi, hayatının aşkıydı. Onunla evlenmek tek dileğiydi genç Fidel’in. Onu beyaz gelinlik içinde hayal ederken turistler birer ikişer kulübeden içeri girmeye başladı. O zaman uçuşan elbisesiyle görünmez oldu hayatının kadını. Artık sapsarı tütün yaprakları vardı önünde. Mis gibi kokuyu içine çekip gülümsedi gelenlere. Deri kaplı masanın üstüne, önce sarı bir tütün yaprağını sererek iyice yaydı. Sonra daha koyu renkli tütünlerden küçük parçalar koparıp üzerine yerleştirdi ve hop, bir anda kusursuz bir puro sardı. İki ucunu makasla kesip, kestiği parçaları yeni bir puro için ayırdı. Video çeken turistlere gülerek baktı. “Sandığınız kadar kolay değil. Yıllar geçmeden olmaz,” dedi İngilizce. “Kim yakmak ister?”

Puro yakıldı ve elden ele dolaştırılarak isteyenler tarafından keyifle içildi. Böylesine lezzetli bir puro içmediklerini tekrar tekrar belirtip Fidel’e teşekkür edenler, satış ofisine doğru ilerledi. Orada Yolanda ve kızlar, turistleri gülümseyerek karşıladı. Kahveler sunuldu. Havana Club şişesinden bol bol rom katıldı kahvelere. Turistler gezinin en keyifli ânını yaşarken Benito satış ofisine geldi. En fazla altmış yaşında gösteren bu adam, tüm bakışları üzerine toplayan bir etkiye sahipti. Yakışıklı, güler yüzlü ve parlak yeşil gözlüydü. Bir anda satış şenlendi. Bu arada, onunla resim çektirmek isteyenler sıraya girdi. Benito bu davranışlara çok alışkındı. Gülerek sarıldı turist kadınlara ve hepsiyle ayrı ayrı poz verdi. Satış bir yarış havasında devam ediyor, plastik paketlerde çekirdek kahveler ve purolar havada uçuşuyordu. Yolanda ve kızlar, avroları kasaya doldurmaktaydı. Bütün bunlardan etkilenmeyen iri bir ördek, kalabalığın arasında dolaşarak Yolanda’yı arıyordu. Onu bulunca gagasıyla “Vak! Vak!” diyerek eteğinden çekiştirmeye başladı. 

Fidel ortalarda yoktu. Görevini tamamlamış, domuzların karşısına oturmuş, babasıyla akşam yapacağı konuşmayı düşünüyordu. “Daha çok gençsiniz,” derse karşı çıkacaktı ona. “Keşke Mivida’yla benim de böyle sıra sıra yavrularımız olsa… Mivida onları emzirse, ben de izlesem…” İşte böyle düşünüyordu zavallı Fidel, başına geleceklerden habersiz.

Turistler gitti. Etraf eski sessizliğine büründü yeniden. Hava alacalandı ama Fidel yerinden kalkamadı bir türlü. Benito oğlunun yanına gelip sordu.

“Acıkmadın mı? Haydi kalk. Annen yemek hazırladı. Bizi sofraya bekliyor.”

Fidel sustu, babası meraklandı: “Konuşsana, be çocuk! Seni üzen bir şey mi var? Bakarız icabına.”

En sonunda Fidel’in dili çözüldü ama hiç ummadığı bir cevapla karşılaştı.

“Olmaz!” diye haykırdı Benito. “O kız olamaz!”

“Ama neden?” diye inledi Fidel.

“O senin kız kardeşin!”

Fidel ok gibi fırladı yerinden, motoruna atlayıp hızla uzaklaştı. Ne kendi biliyordu gittiği yeri ne de bir başkası. Sadece odasının penceresinden onu gözetleyen Mivida anladı kötü kaderin tepelerine çöktüğünü. Kendini yatağa atıp hıçkırmaya başladı.

Benito oğlunun arkasından bakakaldı. 

Yolanda sordu, “Nereye gidiyor bu çocuk? Ne dedin ona?”

“Hiç,” dedi Benito, çekinerek. “Ben de bilmiyorum neden çekip gittiğini.”

Fidel hızla ilerliyordu motorun üzerinde. Hava iyice kararmıştı. Kafasında tek bir sözcük vardı: “Kız kardeş.” Aynı evdekiler gibi, Mivida da benim kardeşim. Dehşetle irkiliyordu yıllardır âşık olduğu, seviştiği kadını düşündükçe. Çaresizdi. Motorun benzini de bitmişti. Motoru iterek yürümek zordu. Nerede olduğunu bilmeden itmeyi sürdürdü. Deniz kıyısına gelince hâlâ ılık olan kumların üstüne attı kendini. Ağlamak geliyordu içinden ama ağlayamıyordu, düşünemiyordu, hatta üzülemiyordu.  Başkasının başına gelmiş bir olayın tanığı gibiydi. Çırılçıplak soyunup kendini kara sulara attı. Bekledi, dalgalar savursun bedenini. Bir süre sonra tükendi gücü. Kıyıya ulaşmak için çırpındı. Sonra çırpınmadı ve bıraktı kendini rüzgârda köpüren dalgalara.

Sabah bambaşka bir kıyıda açtı gözlerini. Başladı geriye doğru yürümeye. Çıplaklığından utansa da aldırmıyordu. Issızdı buralar. Sadece tepesindeki uçan atmacalar gördü onu. Bir süre sonra kıyafetlerin ve motorun olduğu yere ulaştı. Şaşırıp kaldı bu kadar sürüklenmiş olmasına.

Aklı başına gelince Mivida’nın görüntüsü belirdi yanında. Ellerinden tutmuş hesap soruyor, ağlıyordu. İşte o anda tutamadı kendini Fidel. Kimsenin olmadığı bu deniz kenarında, bağıra bağıra ağlamaya başladı. Kalbi, göğsünü yumrukluyordu. Yine rüzgârın köpürttüğü dalgalara bıraktı kendini. Gücü tükenesiye boğuştu onlarla. Kendini yeniden kumların üzerine attığında bu kâbusun hiç bitmeyeceğini anlamıştı. Açlıktan başı dönüyordu. Ayrıca motora benzin almalıydı. Yeniden insan içine çıkmalı ve en önemlisi, Mivida’yla konuşmalıydı. Benito’nun çenesine bir yumruk atmalıydı. O yaşlı ve çapkın herifi yere sermeliydi. Çaresizken bile yapılacak bir şeyler vardı. “İyi ki korunduk,” diyordu için için, “Ya Mivida hamile kalsaydı… Asıl o zaman boka batardık.”

Kâbusunu kabullenip motorunu iterek yola çıktı. Zaman yoktu, açlık ve bitkinlik vardı. Düşüncelerin unutturduğu kavramlardı bunlar. Çıplak ayaklarla cam kırıkları üzerinde yürür gibi, acı içindeydi bedeni. İlk bulduğu benzinciden benzin alıp devam etti. Motoru yolu bilir gibi, onu doğru eve götürüyordu. Saatler sonra usulca girdi evden içeri. Kimseyle karşılaşmak istemiyordu. Mutfakta ne bulduysa yedi. Bir şişe su alıp odasında saklanmak ve düşünmek istiyordu. Ama tam o sırada annesine yakalandı.

Yolanda, “Neredesin sen?” dedi azarlar gibi. “Kimseye haber vermeden çekip gitmek yakıştı mı sana, ha? Söyle bakalım.”

Fidel ne cevap vereceğini daha bilemeden Yolanda koca memeleriyle oğlunun üstüne yürüdü ve onu

itekleye itekleye odasına sokup yatağa oturttu. Kapıyı kilitleyip anahtarı cebine koyduktan sonra geçip yanına oturdu.

“Şimdi beni dinleyeceksin, hem de hiç konuşmadan.”

“Anne, neden böyle davranıyorsun? Benim suçum ne?”

“Senin suçun, benimle konuşmadan çekip gitmek.”

“Seninle konuşamam. Babam nerede?”

“Ne bileyim ben! Dün gece senin arkandan o da sofraya oturmadı. İki şişe rom alıp ortadan kayboldu. Eminim, tarlaların birinde sızıp kalmıştır.”

“Oh, çok iyi olmuş.” 

“Tamam, ona iyi oldu da, Mivida’nın günahı ne? Kız sabaha kadar ağlamış. Yüzü gözü şiş geldi biraz önce. Seni sordu.”

“Sen bizim ilişkimizi biliyor muydun?”

“Salak mıyım ben? Elbette biliyordum. Yıllardır birbirinizin dibinden ayrılmadınız.”

“Neden hiç engel olmadın bize?”

“Neden olayım? O iyi bir kız. Severim Mivida’yı.”

“Ama babam dedi ki…” Fidel elindeki su şişesini başına dikip lıkır lıkır içti.

“Benito’nun ne dediğini de biliyorum. ‘O senin kız kardeşin,’ demiştir yaşlı bunak. Başka ne diyecek?”

“Nasıl bildin? Evet, tamı tamına öyle dedi.”

“Ah, oğlum, ah! Viñales Vadisi’nde onun kızı veya oğlu olabilecek çok genç var. Vaktiyle babanın yatmadığı kadın kalmadı bu yörede. Senin için hiç endişelenmedim ama kızlar buralı birine âşık olursa diye çok korkuyorum. Bu yıl ikisini de Havana’ya, teyzelerinin yanına göndereceğim.”

“Bıktım bilmece gibi konuşmandan. Ne demek şimdi bu? Benim için neden korkmadın? Bak şimdi başıma gelenlere!”

“Şapşalım benim, Git Mivida’ya evlenme teklif et. Hiç korkma. Bana güven.”

“Ensest miyim ben? Hem günah hem sakıncalı. Eciş bücüş çocuklarımız olur.”

“Ben diyorsam olmaz. Hele bir dinle beni. Ben ister miyim torunlarım sakat olsun? Mivida, babanın kızı olabilir. Yıllardır annesi çamaşırların arasına havlu asar. Yeşil havlu ‘Gel bekliyorum!’ demektir. Benito yeşili görür görmez sessizce sıvışır evden. Kırmızı havlu ‘Sakın gelme!’ anlamına gelir. Trafik ışığı gibi kadın anlayacağın. O havlular hiç eskimedi otuz yıldır. Düşünür düşünür şaşarım.”

“Yetti be! Gene dağıttın konuyu. Anladık, babam çapkının teki ama bu beni kurtarmaz ki.”

“Oğlum, senin kurtuluşun bende. Hiç düşünmedin mi, neden bu yöredeki çocukların hepsinden daha uzunsun? Sırık gibi boyun var. Neden tenin güneşte yandıkça kızarıyor? Bize baksana, hepimiz karamela gibiyiz. Bunları hiç düşünmedin mi?”

“Yoo, hiç aklıma gelmedi. Babam, onun İspanyol atalarına benzediğimi söyler hep. Onlar da beyaz tenliymiş. Boyum, kulübenin çatısına uzanıp tütün dizdiğim için zürafa gibi olmuş. Ama gözlerim aynı babamınki gibi yeşil.”

“Sanki tek yeşil gözlü adam, Benito bu dünyada!”

“Hoppala! Ne demek şimdi bu?”

“Sus! Bölme sözümü ikide bir! Anlatacağım olanları. İşte şimdi tam sırası. Şunu bil yeter: Senin sadece iki kız kardeşin var. Mivida kardeşin değil çünkü sen benim oğlumsun.”

“Şaşırdın mı sen? Kutsal María mısın? Benim babam yok mu?”

“Var elbette ama Benito değil.”

“E, pes anne! Utanmadan aldattın demek babamı?”

“Neden utanayım? O sürekli beni aldatıyor ya! Bir defa da ben aldatsam ne olur sanki?”

“Sana inanamıyorum! Benim asıl babam kim?”

“Asıl baban, elbette Benito. O seni kendi oğlu sanıyor. Ömür boyu sana babalık etti, seni sevdi, korudu. Ancak biyolojik baban, uçan Hollandalı.”

“Saçmalama!”

“Asıl sen terbiyesizleşme! Uçakla gelmişti memleketinden. Bu vadideki bitki örtüsünü araştıran, genç bir bilim adamıydı. Biz meydanda oturmuş, arkadaşlarla Cuba Libre içerek ve salsa yaparak ablamın düğününü kutluyorduk. Aramıza katıldı. Yarım yamalak İspanyolcasıyla güldürdü bizi. Salsa yapmayı denedi bizimle. Gece ilerlediğinde önümde diz çöküp elimi tuttu kibarca. ‘Beni kaldığım eve götür lütfen yoksa yolumu bulamam,’ dedi. Böyle kibar bir ricayı kim olsa geri çeviremezdi. Ne olduysa o yolda oldu. Gençlik işte… Önce öpüştük, sonra kapıldık duygulara, tütün kulübelerinden birine girip o heyecanla seviştik. Hepsi bu kadar. Şimdi düşünüyorum da, inan hiç pişman değilim.”

“Ya sonra?” Fidel başını annesinin göğsüne yasladı. Masal dinleyen küçük bir çocuğa benziyordu.

“Sonrası yok, oğlum. Uçan Hollandalı vatanına döndü. Benim reglim gecikince anladım ki, sen yoldasın. Benito’da gözüm vardı eskiden beri. Onu baştan çıkarmak hiç zor olmadı. ‘Hamileyim,’ deyince hemen evlendik. Sekiz ay sonra sen doğdun. ‘Erken doğum,’ dediler. Benito’yla göz göze gelip gülümsedik. Yani kısaca, sen Benito’nun tek erkek çocuğusun. Sana devlet başkanımızın adını verdik. Fidel’in anlamını bilir misin? Sadık, dürüst demektir. Senin öyle biri olmanı istedik. Sevgiyle büyüttük seni. Seninle gurur duyduk her zaman.”

“Ya şimdi ne olacak? Uçan Hollandalıyı duymayan kalmayacak. Dedikodu konusu olacağız.”

“Umurumda mı sanıyorsun? Benim için senin mutluluğun önemli.”

“Ama babam kıyameti kopartır. ‘Bana bir çocuk kakaladın!’ diye üstüne yürür senin.”

“Bir daha sakın o kelimeyi kullanma. Ben ona dünya güzeli bir erkek evlat verdim. Teşekkür etmesi gerek. O önce dönüp kendine baksın. Ömür boyu aldattı beni. Ben onu bir defa aldattım, o da evlenmeden önce.”

“Anne, tamam seni anlıyorum ama bütün bunları babama anlatmadan Mivida’yla evlenemem ki.“

“Sen işin o tarafını bana bırak. Onu çok iyi tanırım. Nasıl konuşmam gerektiğini biliyorum. En fazla bana darılıp birkaç gün annesine gider, sızlanıp içini döker ona. Kaynanamdan azarı işitince sümüğünü çeke çeke evine döner. Bilirsin, Benito Yolanda’sız yapamaz.”

“Babaannem sana kızmaz mı?”

“Kızmaz, kızmaz. O da biliyor babanın karıştırdığı haltları. Sen hemen git, Mivida’yı bul. Konuştuklarımızı anlat ona ve evlenme teklif et.”

Fidel hemen fırlayıp kapıya yöneldi.

“Dur bir dakika,” dedi Yolanda kapının anahtarını verirken. Parmağından çıkardığı yeşil taşlı yüzüğü de Fidel’in avucuna sıkıca bastırdı. “Mivida’ya ver bunu ve onu öp benim için.”

Anne oğul kucaklaştılar.

Fidel tam kapının anahtarını çevirirken durakladı bir an. Annesine bakıp sordu: 

“Belki günün birinde Mivida ve çocuklarla Hollanda’ya gideriz. Sahi adı neydi biyolojiğin?”

“Luuk Jansen.”