Erenköylü bir ailenin kızı olarak İstanbul’da doğdu. Avusturya Lisesi’ni bitirdikten sonra çevirmen olarak çalışmaya başladı. "Bütün Dünya" ve "Elele" dergileriyle çeşitli firmalarda sözlü ve yazılı tercümanlık yaptı. Emekli olduktan sonra öykülerine daha fazla zaman ayırabildi. "Mavi Öyküler", "Her Zamanlı Kadınlar" ve "Gölgem Gölgelere Karıştı" adında üç öykü kitabı; ayrıca "Mavi Bebek Masalları" adında bir çocuk kitabı vardır. Kızı ve torunuyla birlikte hâlâ Erenköy’de oturuyor.

 

Kadın, elinde kazma adamın peşinden koşuyordu. Diğer kolunu havada sallarken bir yandan da “Akın Bey, Akın Bey” diye sesleniyordu. Adam bir süre daha kendi evine doğru hızlı hızlı yürümeye devam etti. Kadının sesini duymadan, kazmayı görmeden. Sonunda kadın ona yetişti ve hafifçe sırtına dokundu.

“Akın Bey sizin kazma, bizde kalmış. Dün bahçede buldum da geri vereyim dedim.”

Kadın kazmayı adama doğru uzatıyor ama adam anlamaz gibi ona bakıyor ve elini uzatıp almıyordu.

“Pardon Gülçin Hanım, ne demiştiniz?”

“Sizin kazma, hani geçenlerde Cenk sizden ödünç almıştı.”

“Ah evet, o gün tanışmıştık. Ne yapalım şimdi bunu?”

“Hiç, geri vermek istedim sadece.”

“Tamam verin o zaman.”

“Ay affedersiniz ama neyiniz var sizin böyle? Bu kadar dalgın, garip, başka biri gibi…”

“Haklısın komşu, hiç kendimde değilim. Kaç gündür hastanedeydik. Mehtap çok hasta. Yanında kalmama izin vermiyorlar. Ben de mecburen eve dönüyorum.”

“Dönmeyin o zaman, haydi bize gelin. Birazdan kızım gelir. Çay demlerim birlikte içeriz.”

“Geleyim bari. Zaten eve dönmesem daha iyi olur. Mehtapsız eve…”

“Ay demeyin öyle. İyileşir de döner çok geçmeden.”

“Zor o iş kızım. O iş biraz zor.”

“Neden, nesi var ki?”

“Kalçası kırılmış sadece. Ama bence vazgeçti. Asıl o vazgeçti eve dönmekten.”

Gülçin çayı hazırlarken Akın Bey evin içinde dolanıp durdu. Her şeyi inceliyor, eşyalara, fotoğraflara büyük bir ilgiyle dönüp dönüp gene bakıyordu. Deminki dalgınlığından eser kalmamıştı. Geniş bir alandı burası. Terasa açılan camlı kapıdan ışık doluyordu içeri. Hem oturma hem misafir odası hem de mutfak bir arada planlanmıştı. Aslında burayı ezbere biliyordu ama yakından görmek farklıydı elbette.

“Buyurun!” dedi Gülçin, onun dolap beygiri gibi dönüp durmasından sıkılmıştı. Bir paket bisküvi açıp çiçekli porselen tabağa boşaltıverdi.

“Teşekkürler” diyerek mutfakla salonu ayıran ve aynı zamanda birleştiren masaya geçip oturdu.

“Gel kızım, gel şuraya bak!” 

Kendi evlerinin penceresini işaret ediyordu ince uzun parmağıyla. Gülçin onun ellerinin güzelliğine hayran kaldı. Eğitim önce ellerde kendini gösterir diye geçti aklından.

Akın Bey sürdürdü. “İşte tam orada otururdu Mehtap. Bütün gün sizin eve bakardı. Önce kızın,  arkadan kocan dönerdi okuldan. Birlikte yemek yerdiniz. Kızın…”

“Nesrin, adı Nesrin.”

“Nesrin demek, ne güzel ama biz bilemezdik elbette. Nesrin derse oturur, kocan televizyonun karşısına geçer, sen de mutfağı toplardın. Siz yatana kadar alamazdım Mehtap’ı camın önünden.

“Nasıl yani? Hep bizi mi izlerdi?”

“Evet kızım, sabah erkenden, ben işe gitmeden onu camın önüne oturturdum. Masaya ekmek, peynir, zeytin ve bal koyardım. Pek yemezdi ama ben koyardım, acıkırsa gidip almaz diye. Belki sadece tuvalete kalkardı, belki kalkmazdı, orasını da bilemem. Akşam geldiğimde onu gene aynı yerde bulurdum. Bana bütün gün sizin evde olanı biteni anlatırdı. Nesrin’i çok severdi. O günlerde daha adını bilmediğimizden ona Kelebek diye isim takmıştı. Sizin kendi aranızdaki konuşmaları, el kol hareketlerini kendince yorumlar, onlara bin bir çeşit anlam yükleyerek, çıkarımlar yaparak oyalanırdı.”

“Ay inanmıyorum.”

“Bazen beni de zorlardı ‘Gel bak!’ diyerek. Ben pek hoşlanmazdım, sadece onu kırmamak için bakıyor gibi yapardım arada. Örneğin ‘Kelebek bugün çok mutlu geldi okuldan. Defterini açıp annesine gösterdi. İyi not almış besbelli. Annesi onu sarılıp öptü. Annesi çocuk öyküleri yazıyor. Bütün gün bilgisayarın başından hiç kalkmaz. Akşamüstü işi bırakıp yemek hazırlamaya başlıyor. Sağlıklı, bol sebzeli yemekler pişiriyor. Her akşam taze taze.’ İşte böyle şeyler anlatırdı.”

“Çoğu doğru sayılır ama ben öykü yazmıyorum. Aslında ben hesap uzmanıyım. Evlenince kocam çalışmamı istemedi. Ben de salak olduğum için onun peşine düşüp bu soğuk ve altı ay karla kaplı şehre geldim. Onun öğretmen aylığı yetmeyince ‘Hadi git çalış!’ dedi. Sanki bu ücra yerde iş bulmak kolaymış gibi. Burada şirket yok, bankalar çoktan kapılmış. Ben de kapı kapı dolaşıp bazı esnafın muhasebe işlerini üstlendim. Parası az ama bütün gün onlarla uğraşıyorum işte, adamın ağzı kapansın diye. Keşke öykü yazabilsem, ne hoş olurdu. Mehtap Hanım çok güzel düşünmüş.”

“Sadece düşünmekle kalsa iyi olurdu Gülçin Hanım.”

“Lütfen gene kızım deyin bana. Ben babamı küçükken kaybettim.”

“O zaman sen de bana bey deme.” 

Akın Bey düşüncelerini toparlamak için bir süre gözlerini kapattı sonra devam etti. “Mehtap düşünmekle kalmıyor adeta inanıyordu. Sen onun hiç doğuramadığı kızı, Kelebek ise torunuydu. Ya da siz onun yaşamak istediği hayattınız.”

Gülçin çayları tazelerken “Akın Amca, anladığım kadarıyla siz birbirine bağlı, birbirini çok seven bir çiftsiniz.”

“Öyleyiz aslında ama ben sevgisini göstermeyi bilmeyen bir adammışım -ki bu doğru-. Ayrıca en büyük eksiğimiz bir çocuk oldu en başından beri. Ne yapalım Allah vermedi işte. Ben o bana geri verdiğin kazmanın ta kendisiyim kısaca. Onun gibi sert, duygusuz ve dümdüz. Ankara’da da bu nedenle barınamadık, doğuya sürüldük. Yukarıdan verilen emirleri dinlemedim, bildiğim tek şeyi yaptım, yasaları uyguladım. Mehtap ‘Esnek ol biraz!’ derdi. Ne onu dinledim ne de dostları.”
Gülçin iri açılmış gözlerle Akın Bey’i dinliyor, anladığını belirtmek için arada kafa sallıyor ama sözünü bölmüyordu.

Akın Bey eski günlere geri dönmüş, gözleri bağlı gibi çevresine bakmadan hızla anlatıyordu.

“Mehtap soğuk sevmez, hele kardan hiç hoşlanmaz. Buraya sürgün edilince sanırım bana darıldı, belki de hayata darıldı. Yataktan çıkmaz oldu. Benimle dertleşmez, hatta hiç konuşmaz oldu. Yemek bile pişirmiyordu artık. Ne kadar yalvarsam da evden çıkmıyor, kimseyle görüşmek istemiyor, bütün günlerini yataktan çıkmadan uyur uyanık geçiriyordu. Onu yataktan çıkartan Nesrin’in neşeli sesi oldu.

Sizin eve taşındığınız gün yataktan çıkıp pencerenin önüne oturdu. Sizi izlemeye ve yeniden benimle konuşmaya başladı. İnanabiliyor musunuz, mucize gibi… sizin eve gelen misafirlere çok özenirdi. Ben kalabalık pek sevmem. Ayrıca burası küçük yer ‘Hâkim Bey bilmem kimlerle pek samimi’ desinler istemem.”

“Doğru, siz de haklısınız.”

“Gelen konukları birlikte ağırlıyormuşsunuz. Cenk Bey seni elinden tutup kaldırıyormuş ‘Hadi gel karıcığım sen çayı koy, ben keki ve tabakları getireyim’ diyormuş. Sonra seni mutfakta boynundan öpüp kulağına güzel sözler fısıldıyormuş.”

“Ah ne yazık ki orası öyle değil, hem de hiç. Gene de Mehtap Hanım’ın yorumuna hayran kaldım. Aslında Cenk’in amacı beni misafirlerin görmediği bir yere götürüp çimdiklemek ve azarlamaktı. Ne zaman misafir gelse yapardı bunu. Gideli bir haftayı geçti ama kollarımda ve bacaklarımda ondan kalan çürüklerin rengi hâlâ solmadı.”

“Sebep nedir?”

“Sebep sudan. Çok gülmüşüm, konuklarla samimi olmuşum, bacak bacak üstüne atmışım gibi saçmalıklar işte.”

Akın Bey hırsla daldı bisküvi tabağına, birbiri ardına ağzına tıkıştırdı, ne yediğini bilmez gibi sonra çayını başına dikip bitirdi. Gözlüğünü çıkarıp masanın üstüne bıraktı ve gözlerini ovuşturdu.

“Bir çay daha…”

“Yok kızım, belki birazdan. Canım sıkıldı şimdi. Boşansaydın ya, çekilir mi böyle koca?”

“Çok yalvardım, ‘Yaşatmam’ dedi hep. Ben de korktum. Her gün yeni bir kadın cinayetine şahit olurken cesaret edemedim, katlandım. Nesrin daha çok küçük, ikinci sınıfa gidiyor. Yavrum annesiz kalsın istemedim.” 

“Haklısın kızım. Bunca kadın ruh hastası kocalar tarafından öldürülürken senin yerinde kim olsa cesaret edemezdi. Cenk de pek sağlam ayakkabıya benzemiyor.”

“Mehtap bahçede bir davet verdiğinizi bu arada kocanın seni sarılıp sarılıp öptüğünü anlatmıştı. Bu da mı yalan?”

“Ah o güzel yorumları Mehtap Hanım’ın… O gün öğretmen arkadaşlarını çağırmıştı. Bayılırdı gösteriş yapmaya. ‘Yeni aldığımız ızgaranın açılışını yapacağım’ diye övünüyordu. Bana iki defa sarıldığı doğru. İlkinde ‘Elbiseni değiştir, yoksa gebertirim!’ demek için. İç çamaşırım görünüyormuş. İkincisi ise, ‘Sofraya oturup lafa karışma, sen hizmet etmelisin, ev sahibesi olduğunu kaç kez hatırlatmam gerek?’ diye azarlamak için. Hoppa tavırlarımdan vazgeçmezsem bana gösterirmiş dünyanın kaç bucak olduğunu.”

“Aman yarabbi! İyi ki Mehtap bunları anlamadı. Kızının bu kadar acı çektiğini bilseydi daha o günlerde yıkılırdı.”

Sonra sustular bir süre. Karşılıklı anlatılanları sindirmek için kendi dünyalarına çekildiler. Zil sesiyle ikisi birden fırladı.

“Yok, yok korkmayın Nesrin’dir bu.”

“Ay birden boş bulundum, yoksa ne var korkacak?”

Nesrin annesini öptü, Akın Bey’i soran bakışlarla selamladı ve sofrada her zamanki yerine oturdu. Biraz çekingen, daha çok meraklıydı. Erkek misafirin kim olduğunu az çok tahmin edebiliyordu ama onu yakından görmek üstelik kendi mutfaklarında oturması garipti biraz. Akın Bey de Kelebek kızın eski neşesinden eser kalmadığını fark etti. Yılların gamını kuşanmış yaşlı bir kadına benzemişti.

Gülçin onları tanıştırdı. “Akın Bey bizim komşumuz” Ağaçların arasından seçilen evi göstererek “İşte şu evde oturuyor”.

“Biliyorum” dedi Nesrin. “Camın önünde her zaman oturan teyze nereye gitti? Sanki babam giderken onu da yanında götürmüş gibi oldu. O akşam ikisi de gitti.”

“Yok yavrum, o teyze benim eşim Mehtap, şimdi hastanede. Oturduğu yerden düşmüş kalçası kırılmış. O babanla tanışmadı. Sadece ben tanıştım, geçenlerde kazmayı istediğinde…”

“Kazmayı neden istediğini biliyor musunuz?”

“Yo, sormadım hiç.”

“Annemle pazardan aldığımız ahududu fidanlarını söküp atmak için. Oysa bizim ne hayallerimiz vardı. Baharda frambuazlı pasta yapacaktık.”

“Sebebi neymiş?”

“Ona sormadan dikmişiz. Bahçeye yakışmamış.”

“Anlıyorum.”

Akın Bey’in ağzından başka sözcük çıkmadı. Boğazında kireç tozu tadında bir kuruluk birikmişti.

Bu arada Gülçin bir dilim ballı, bir dillim krem peynirli ekmek hazırlayıp Nesrin’in tabağına koydu.

“Haydi kızım sen dolaptan bir bardak süt doldur ama unutma içine sıcak çay kat biraz, ben Akın Bey’i geçirip geliyorum. 

Bu söz üzerine Akın Bey kalkması gerektiğini hemen anladı. Gülçin’le birlikte çıktılar evden.

“Özür dilerim apar topar kaldırdım sizi ama Nesrin’in yanında konuşmak istemedim.”

“Anladım kızım sen doğru olanı yaptın. Merak etme hiç gücenmedim.”

Kapının önünde Gülçin’in ayağı kazmaya takılınca sendeledi.

“Ne olur alıp götürün şu aleti. Cenk iki gün önce birden kapıda belirdi. Bizim suratımıza bile bakmadan bir takım eşyalarını bavula doldurup götürdü. O gün kazmayı fark ettim birden ve var gücümle havaya kaldırıp onun sırtına indirmek istedim. Aynı onun bizim fidanlarımıza yaptığı gibi. Zor tuttum kendimi. Belki de yapardım Nesrin olmasa… Annesiz büyüsün istemedim. İşte o an anladım; katil olmak çok kolay.”

“Kızım sen neler diyorsun? Ben ağır ceza hâkimiyim, onları iyi tanırım. Katil olmak öyle sandığın gibi kolay filan değil. Ayrıca herkes katil olamaz. Kendini tuttuğunu söyledin ya, işte bu çok önemli.”

“Ama çok istedim onu öldürmeyi. Bu normal midir?”

“Evet yavrum. Sana ve Nesrin’e çektirdiklerini düşündüğümüzde… Nasıl oldu da kendiliğinden gitti?”

“Bir akşam durduk yerde ‘Boşayacağım seni’ diye bağırdı. ‘İyi edersin’ dedim. O zaman çıldırdı. Bir tokat attı ve çekip gitti.”

“Yani hiçbir açıklama yok, öyle mi?”

“Evet, ama ben biliyorum sebebini. Genç bir öğretmenle pek bakışıyorlardı ızgara yaptığımız gün. Fark ettim ama hiç belli etmedim. Sevindim için için. Akşamları geç gelmeye başlamıştı son günlerde. Sanırım bıktı benden. Hakaretlerini, çimdiklerini hep sineye çektim bir an evvel gitsin diye. O tokat benim kurtuluşum oldu.”

“O tokat bizim de sonumuz oldu”

“Anlamadım.”

“O akşam eve döndüğümde Mehtap’ı yerde buldum. Sanırım sizin evi görmek istemediği için kendini yere atmış. ‘Kızıma vurdu, Kelebek’im kulaklarını kapatıp kanepenin arkasına saklandı’ diye hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Sarılıp teselli etmeye çalıştım ama beni dinlemiyordu. Cenk, onun günlerce minik dalları taşıyarak bin bir özenle kurduğu yuvayı, yıkıp talan etmişti. Bir ara hıçkırıkları kesildi, önce öldü sandım, baktım nefes alıyor acıdan bayıldı diye düşündüm. Hemen ambulans çağırdım. İşte o günden beri hastanedeyiz. Kalça kırığını onardılar ama yıkılan dünyasını onaramadılar. Kıpırdamadan yatıyor, gene eski dilsiz günlerine döndü, yüzüme bile bakmıyor. Sonumuz geldi…”

“Akın Amca, lütfen öyle demeyin. Hayır sonunuz filan gelmedi. Yarın hastaneye birlikte gidiyoruz. Hatta Kelebeği de götürelim. Ben Mehtap Hanım’a kendim anlatırım.”

“Ne anlatacaksın ki?”

“İşin iç yüzünü. Aslında Cenk’ten kurtulunca kurduğumuz güzel dünyayı, Ankara’ya annemin evine döneceğimizi. O ev benim güzel günlerimin belleğidir. Nesrin içinde öyle olsun istiyorum.”

“Bilmem ki bir faydası olur mu?”

“Emin olun peşini bırakmam. Yarın yeni bir güne açacağız gözlerimizi. Haydi şimdi iyi geceler. Derin derin uyuyun.” 

“Tamam kızım, denerim.”

Akın Bey ağır bir yükü kaldırır gibi kazmayı sapından tutup yavaş yavaş evine doğru ilerledi. Kazmanın ucu yere sürtüyor, nemli toprakta peşi sıra dümdüz bir iz bırakıyordu. Bir süre karanlığa karıştı sonra Gülçin ışık gördü odasında.