Kıyamet günü denen bu mu acaba? Alevler durmaksızın saldırıyorlar ağaçlara, otlara, çiçeklere, böceklere, hayvanlara… Yeşil yeşil çırpınan yapraklar kara kara duman olup ölüyorlar. Oradan kaçamayacaklarını bilen diğer ağaçlar, birazdan başlarına gelecek olana mı, yoksa sadece kendilerinin, hayvanların ve bir avuç insanın duyabileceği cinnet çığlıklarıyla, alevle, dumanla ve orman kanıyla yanan arkadaşlarına mı kahrolsunlar, bilemiyorlar.

Bin yıllık zeytin ağacı artık dayanamayıp haykırıyor:

“Zamanı geldi, zamanı geldi!”

Çınar heybetle gürlüyor: 

“Başka çare bırakmadılar bize!” 

“Alabildiğinizce duman çekin içinize!” diye bağırıyor çam.“Öyle çok çekin ki dumanı, toz olmuş gövdemizden toprağa, topraktan da dünyanın öbür ucundaki bitkiye kadar ulaşsın soğuk zehrimiz!” diyor zarif akasya kendinden beklenmeyecek bir kinle. Çayırlar, çimenler ve otlar alkış tutuyor bu sözlere.

Yangına çaresizce su taşıyan insanlar, henüz alevlerin ulaşmadığı ağaçların üzerinde, adeta vakumla çekiliyormuş gibi yok olan kara dumanı şaşkınlıkla izliyorlar. Önce sevinçle yangının durduğunu sanıyorlar ama sonra alevlerin tüm hızıyla yoluna devam ettiğini farkedip hayretle kalakalıyorlar. Daha neler olduğunu anlayamadan, savrulan dumanı ağaçların adeta emdiğini, sonrasında kapkara kesilip kumdan heykel gibi tuzla buz olup toprağa yığıldıklarını farkediyorlar. Yığılmış her ağacın altındaki topraktan bir karaltı dalga dalga yayılıp uzaklaşıyor. 

Yangını söndürmek için çırpınan, yüzleri isle kararmış insanlar, sadece bitkilerin bildiği “son çare”nin sırrını bilmediklerinden, ayaklarının altından inanılmaz bir hızla geçen karaltıya anlam veremiyorlar. Bu karaltının, yanmış bitki dumanı ve öfkeli ağaç özünden oluştuğunu, karıştığı toprakla beslendiğini, sonra da onu kabul eden her bitkinin köklerinden gövdelerine yayılacağını da bilmiyorlar. Dahası, bu bitkilere dokunan her insanların nefes almaya, görmeye ve işitmeye devam edeceğini ama hareketsizce donup kalacağını da henüz bilmiyorlar. 

“Ama bu nasıl olur? Bunlar ot çöp… Böyle bir şey nasıl mümkün olabilir? Bunu mutlaka uzaylılar yapmıştır.” dedi dev toplantı salonundaki ülke temsilcilerinden biri. 

“Olur efendim olur. Siz o “ot çöp” dediğiniz bitkileri bunca zaman, sömüre sömüre, adeta canı yokmuşçasına yakarsanız, onlar da hayatta kalmak için kendi çözümlerini bulacaklardır.” diye cevap verdi bir başka temsilci. Sonra derin bir nefes alıp devam etti. “Şu dünyada hayatta kalmak için evrim geçirmeyen, kendini güçlendirmeyen bir canlı var mıd?” diye sordu ülke temsilcileriyle dolu salona. 

Orta yaşlı bir katılımcı atılıp “Evet, doğru söylüyor! Zaten bilim insanlarının raporları da bunu açıkça ortaya koyuyor!” diye bağırdı heyecanla. 

Toplantıya en yaşlı olduğu için başkanlık ettiği anlaşılan bir temsilci elini kaldırıp konuşanları susturdu ve mikrofona biraz daha yaklaştı. “Lütfen bir çözüm önerisinde bulunun hanımlar, beyler! Bu felaketin neden olduğu şu aşamada önemli değil. Bu donmuş insanların bir kısmı çoktan öldü, kalanların çoğu susuzluğa daha fazla dayanamayıp ölecek, bir şekilde su zerkedebildiklerimiz de çok geçmeden açlıktan ölecekler. Zaten bu durumun sebep olduğu kargaşa ve paniğe daha nasıl dayanabiliriz ki?  Bir çözüm önerisi olan varsa lütfen söz alıp konuşsun.” dedi. 

Salona derin bir sessizlik çöktü. Her bir temsilci, kulaklarında söyleneni anında tercüme eden teknoloji harikası kulaklıklarıyla, önce birbirlerine baktı, sonra da başlarını önlerine eğdi. Sonunda genç bir temsilci söz istedi ve konuşmaya başladı.

“Önce kimlerin donmadığını tespit edelim.” Yutkunup saymaya başladı: “Bir: Bitkilerle hiçbir şekilde teması olmayan insanlar. İki: Bahçe ve balkon bitkisi yetiştirenlerin çoğunluğu. Üç: Bazı tarla ve seralarda çalışanlar. Sonuç olarak bence şu anlaşılıyor ki, bazı bitkiler bu karaltının köklerinden gövdelerine geçmesine izin vermedi, yani bu cezayı bütün insanların hak etmediğine karar verdiler…” 

“Ceza mı! Sen ne dediğinin farkında mısın be, olacak iş mi bu dediğin? Bunlar ot! Ot!..” diye atıldı bir başka öfkeli temsilci. 

Başkan hemen müdahale etti. “Susun, konuşmasını bitirsin size de söz vereceğim.” 

Salondan “Devam etsin!”, “Sözünü bitirsin!” sesleri yükseldi. Genç temsilci elleri titreyerek devam etti konuşmasına. “Buradan yola çıkılarak bir çözüm bulmaya çalışalım derim ben…” Tedirginliği yüzünden okunuyordu, konuşmasını sürdüremedi.

Boşluktan faydalanan sinirli temsilci yine söz almadan bağırmaya başladı. “Peki ne yapalım diyorsunuz siz yani? Ağaçları çağırıp bir anlaşma yapalım isterseniz! Tabii, tabii, onlarla konuşmanın bi yolunu bulmalıyız değil mi? Mesela beyin dalgalarıyla mı? Ha ha! Güldürmeyin beni.” dedi alaycı ses tonuyla, sonra devam etti. “Siz delirmişsiniz. Bütün bitkileri yok etmekten başka çıkar yol yok işte!” Sanki kendi hiddetine şaşırmış gibi gözlerini kocaman açıp bir anda soluk soluğa bitirdi sözlerini. 

Başkan ona dönüp aceleyle sordu. “Peki söyler misiniz, nasıl yok edeceğiz bunca bitkiyi?” 

Muhatabı soruyu tereddütsüz cevapladı. “Yakarak tabii ki!”

Kısa bir sessizliğin ardından, arka sıralardan başka bir temsilci söze karıştı. “Ama unuttuğunuz bir şey var: Bitkileri yok edersek nasıl nefes alacağız, nasıl oksijen elde edeceğiz? Söyler misiniz?”

Başkan konuşanı onaylayan bir ifadeyle, “Ayrıca, görgü tanıkları, yani dünyanın farklı bölgelerinde peş peşe çıkan büyük orman yangınlarının tanıkları, bu zehrin yanan bitki dumanlarıyla oluştuğunu söylüyorlar. Bu sizce daha da büyük bir felakete yol açmaz mı?” diye sordu. 

“Siz buna inanıyor musunuz yani? Peh, saçmalık! Oksijen meselesine gelince, her bölgede yeteri kadar ağacı, uzun duvarlarla çevirerek ya da ne bileyim kapalı yerlerde muhafaza ederek tutabiliriz. Hem cevap verin bana o zaman, başka ne yapacaksınız?”

Derin sessizliğin üzerine çaresizliğin ağırlığı da çöktüğünde, geniş salonun en arka kapısından hafif bir tıkırtı duyuldu. Tıkırtıyı farkedip kapıya bakan birkaç kişiden ince çığlıklar koptu. Seslere bakmak için dönenlerden biri, korku dolu bir sesle “Çi…çiçek…, saksı..” diye sayıkladı. 

Tıkırtının sahibini ve elindekini görenler, yerlerine iyice sinerek “Nasıl içeri girmiş ki?” dediler kendi dillerinde. Tıkırtı, ritmik seslerle salonun ortasına yaklaşırken, şaşkınlık ve korku dolu bir uğultu yayıldı. Bir eli bastonuna dayalı, diğer elinde içinde menekşe olan küçük bir saksı tutan yaşlıca bir kadın, başkanın önüne kadar gelip durdu.

Kararlı bir sesle “Söz istiyorum!” dedi ve konuşmaya başladı. “Bu genç doğru söylüyor,” diyerek bastonuyla genç temsilciyi işaret etti. Ardından elindeki saksıya bakarak devam etti. “Elimde görüp korktuğunuz benim en sevdiğim menekşem. O bana neler olduğunu anlattı. Konuştum onunla. Bana, ağaçların onlara dokunan her insanı felç etmekten rahatsız olduklarını, bu nedenle de donakalmış insanları çözmeleri için onları ikna edebileceğini söyledi.” Salonda kısık sevinç nidâları, alaycı kıkırdamalara karışınca sesini yükseltti. “Ama bir şartı var! Ağaçlar bundan sonra gövdelerindeki zehri tutacak ve kendilerine zarar verenleri o anda bir daha çözmemek üzere donduracaklar.” 

Salona yine sessizlik hâkim olunca görevini yapmış insanların sükunetiyle, ”Menekşem insanları temsil edebilir, ve bizim adımıza bitkilerle konuşup onları ikna edebilir.” dedi. Ne düşüneceklerini bilemeyen, ifadesiz dinleyiciler sözünü bitirdiğini anlasın diye aynı baston tıkırtıları eşliğinde yürüyüp ön sıralardaki sandalyelerden birine oturdu. Bütün salon şaşkınlık ve şüpheyle ekşi ekşi kokmaya başlamıştı, ifadesiz yüzlerden hiçbir ses çıkmıyordu. 

İlk kendine gelen başkan oldu. Boğazını temizleyip kendi söylediklerine inananamayanların o garip ifadesiyle, “Şeyy… Durum o denli olağanüstü ki, mecburen bu teklifi oylamaya sunmak istiyorum.” dedi.

“O zaman bunları yakmayı da oylayalım!” diye atıldı öfkeli temsilci. 

Salondan, “Haklı, onu da oylayalım!” sesleri yükseldi. 

Başkan, “Tamam, onu da oylayalım.” diyerek salonu susturdu.

Az önce konuşmasını bitiremeyen genç temsilci, “Ama anlamıyor musunuz, eğer bütün bu bitkileri yakmaya başlarsak oluşacak dumandan kaynaklanarak zehirleri daha da güçlenecek. Sonrasında neler olacağını tahmin bile edemeyiz. Oysa hiçbir şey yapmayıp ağaçlardan uzak durmaya çalışsak, geride kalan insanların yaşama şansı var!” diye bağırdı. 

“Doğru, bu da doğru!”, “Tabii, hiçbir şey yapmamak en iyisi!” sesleri yükseldi bu kez salondan.

Başkan derin bir soluk alıp gözlerini salondaki insanların üzerinde gezdirerek konuşmaya başladı. “Birazdan yapacağımız oylamanın önemini anlatmama gerek yok, sayın temsilciler. Elbette hiç kimse çekimser oy kullanamaz. Lütfen her biriniz teker teker, sesli olarak oyunuzu kullanınız.

Hiçbir şey yapmadan bekleyelim mi?

Yok mu edelim?

Konuşalım mı?”

Gunes fa – 2002 / 2025