İstanbul’un kenar mahallelerinden birinde büyüdü o. Gürültüsüz bir evde… Sessizlik bazen huzurdu, bazense… öylece durup geçmesini beklediğin bir şey. Annesi dikiş dikerdi. Babası? Yoktu. Daha küçücükken anlamıştı: yola kendi başına çıkması gerekecek. Yürümek gerekiyordu. Yavaş yavaş. İnce bir sabırla.

Yıllar aktı. Şehirler, sınavlar, geçici işler. Türkiye değiştikçe o da değişti. Yine de… bazı şeyler aynı kalıyor. Mesela belediye koridorlarının kokusu. Ya da harita rulolarını taşırken omzunda biriken yorgunluk. “Bu şehir neden böyle?” diye mırıldanırken, bir gün kendini cevapların peşinden koşarken buldu. Bazen… duymak istemediğin cevaplar olur. Biliyorsun ama yine de.

Küçük bir kıyı kasabasına döndü. Kalabalığın içinden usulca çekildi. Artık kendine ait bir masası, bir bilgisayarı, birkaç kalemi ve… ne garip, bir de inadına kuvvetli ince bilekleri vardı. Her sabah yürümeye başladı. Sokakları tanımak, kendini yeniden duymak gibiydi.

Köşe başındaki simitçiyi, sabah denize bakan yaşlı çifti, sessizce çamaşır asan genç kadını fark etti. Bu hayat da bir sınavdı belki, ama adı yoktu. İnsan, konuşmadan da birbirine çok şey anlatabiliyordu bazen. Yaz geldiğinde pencereden içeri dolan rüzgâr, geçmişe dair anılar getirirdi. Küçükken annesiyle pazara gidişlerini hatırlardı; yoğurt kabında çiçek açan fesleğenleri, bir de sessizce oturan kadınları. O kadınların bakışlarında görmüştü hayatın ağırlığını. Şimdi aynaya baktığında, o bakışı kendisinde de buluyordu.

Ama bu onu korkutmuyordu artık. Her kırışıklık, her çizgi, yaşanmışlıkların eseriydi. Kimi gün mektup yazdı tanımadığı insanlara, kimi gün mahallenin kedilerine su bıraktı. Her adımında, geçmişin sessiz yükünü biraz daha hafifletti.

Bir sabah posta kutusuna bir zarf düştü. İçinde, tanımadığı bir kadından birkaç satır: “Cesaret verdiniz.” Bu kadardı. Ama o an, kalbinin içini dolduran şeyin adı netti: Sevinç.