İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

Radyonun sesi kapalıydı ama minik kırmızı ışıkları yanıyordu. Duvardaki çini tabaklar, rafta duran kitaplar aynıydı. Yaşanmışlık, geçen yıllar ağırlığını hissettirmişti ansızın. Üstelik üzerine çökmüştü de parmağını oynatamayacak kadar güçsüzdü sanki. Ezilmenin eşiğindeydi neredeyse. Oysa sabah uyanıp gözlerini araladığında yeni bir gün, yaşanmamış yenilikler, heyecanlar, zindelikler diliyordu.

Kulağına bir kaza lafı çalınıyordu, ta içerlerde konuşuyordu birileri. Telefonu çaldı, bir deniz kazasından söz ediyordu arkadaşı, ama eli işteydi, sonra konuşacaklardı, kapattı telefonunu. Sahi ne kazasıydı, kimlerdi? Paramparça olmuş deniz aracı, akşamın kızıllığında, sipsivri, sinsi kayalığın tepesine iliklenmiş gibi konmuştu. Lime limeydi. Oysa tasarım abidesi olarak göz alıcı resimleri şık denizcilik dergilerinin sayfalarını süsleyen, şaşaa fışkırtan bu hızlı alet değil miydi? Ne olmuştu ona öyle… Hız ve çılgınlık böyle iplik iplik söküp çöp yapmıştı işte yaratıcılık gururu oyuncağı. Her beklenmedik şey gibi şaşırtmıştı ama içindeki iblisin iyi olmuş diye fısıldamasını engelleyememişti yine de.

Daha yakınlarda, zeytinlikleri bir gecede kesilip yerle bir edilen kadınların feryadı, yedikleri biber gazları, jandarma copları içini kanatmış kanatmış, yeni kabuk bağlatmıştı. Günler geceler boyu umarsız çığlıklar, yalvarıp yakartmalar kulaklarında çınlarken, kalkıp gidememek, onlara destek olamamak kıskıvrak çaresiz bırakmıştı onu. Hıncı, öfkesi çoktu. Eğlencenin dibine vurup çılgın naralarla, saçlarını rüzgârında uçurttukları albatros uçuşu çılgınlığının kanlı sonuna üzülemezdi. Olsa olsa, boks maçındaki boksör kanamasının, matadorun ölümcül yaralanmasının, tribün mazoşistliğinin hazzı, içinin derinlerinde kıvıl kıvıl uç veriyordu.

Yine de ruhlar uçup gitmemiş, tıpır tıpır nabızlar atmaya devam etmiş, bir “very important person” ayrıcalığıyla, en yenisinden dayanışma gösterileri ardı ardına teşhir edilmiş, yapılacaklar boca edilmişti işte.

Şimdi, üzüntülerin ambulans uçak pistli hastanenin merdivenlerinde yarıştırıldığı zamandı artık. Sessiz odalarda hayatla bağ kuran makineler, kendilerine has uyumlarıyla titizlikle çalışıyor, beden zerreleri onarıma durmak dinlenmeksizin devam ediyorlardı. Mermer merdivenlerden görüntüler arkası arkasına cemiyet hayatı tutkunlarına tutku katıyordu. Saçların toplanma tarzı, siyah gözlükler, sürülen ruj bile “image maker”ların elinden çıkıyor, üzüntünün iç sesi olarak görselliğe eksiksiz hüzün lezzeti katıyordu.

Üzgünden öte gizlenemeyen kaygıyı görebiliyordunuz, yan dönmüş o yüzde. Dünyaca ünlü sayısız estetik cerrahı tarafından, sayılamayacak kadar çok yapılmış, gerdirilmiş güzel surattaki çizgiler zamana karşı pes etmişti, onca görüşmedikleri zaman içinde demek ki. Saçlarını geriye toplayan tacıyla anneydi, aile diziliminin estetikçiler tarafından bile asla bozulamayacağı sıralamada kaçınılmaz şekilde en üstteydi.

O yüzden kaygılıydı zaten. Artık son zamanlarda defalarca yalnız başına kaldığında düşünmekten kendini alamadığı ölümün provasını oğluyla gelini nah şimdi yaşamışlardı işte. Ölmemişlerdi ama, ölmekten beter olmuşlardı ve onları da ölmekten beter etmişlerdi.

Korkuyordu düpedüz; soğuk, buz gibi makineli, hortumlu odadan görüp çıkmış, dışardaki hayata alıştırıyorken gözlerini, yanındakinden bir rahatlatıcı söz işitmekti tek beklentisi… Onlar ölmesindi de kendisine de sıra daha geç gelsindi.

Zihni gerilere gitti. Oraya deniz yoluyla geldiklerini öğrenir öğrenmez, konuk oldukları Yurdanur Hanım’ın evine telefon etmişti. “Bir kahve içimlik bizim terasa davet etmek isterim,” diyecekti. Etmezse katiyen olmazdı. Hem saygı hem de onca yıllık vefa için yapmak istemişti bunu. 

Erken gençliğinin önemli ilişkilerinde, önemli öğreti ve önemli bağlar bunu gerektirir, diyordu belleğindeki annesinin sesi. Kendisi aman aman düşkün olmasa da aile damarı böyle atıyordu.

Ses çıkmadı. Ertesi günü de arayan eden olmadı. Belki de koya geldikleri yatlarında kalıyorlardır. Haber ulaştırılmamıştır diye düşünmeyi akıl etti. Hay Allah bunu daha önce niye düşünememişti ki.

İstanbul’dan küçük sekreterlerden rica etti. Büyük sekreter Aslı’ya ulaştılar ve özel telefonu aldılar, kendisine de vermekte de bir çekince görmediler.

“Ben kaptanım,” dedi, telefondaki erkek sesi.

“Hay hay, iletiyorum aradığınızı ve davetinizi şimdi.” 

“Burada kendileri, evet evet, duyuyorlar şu anda…”

Bekledi. Duymayı beklediği ses gelmiyordu henüz. Davete yanıtsa, o da yoktu. Sessizlik vardı sadece. Anlamı da yoktu, anlamsızlığı da… Rengi de yoktu, tadı da kokusu da… Yoktu işte.

Upuzun bekleyişten sonra “Peki,” dedi düğmesine tık diye bastı telefonun, kapanmıştı. Sessizlik kesilmiş, içinin sorularla dolu sessizliği almıştı yerini. Neden telefonuna çıkamamıştı, neden ses verip “Hayır gelmek istemiyorum. Ben burada Yurdanurcuğuma geldim. Zamanımı sana harcayamam,” deme zahmetine girmedi. O bir ağırlıktan kurtulmuştu, ama bir sürü sorunun beyninin kıvrımlarının arasından kıvıl kıvıl edişlerinden ibaret gıdıklanması geçmiyordu bir türlü.

Gün ağardı, yeni gün oldu, mayosunu giyip havlusunu aldı, bir adımda denizde aldı soluğu.

Etrafın uyku mahmurluğundan, çamların buram buram kokusundan, suyun şır şır eden uyuşuk kum cilvesinden ve denizin dirilten serinliğinden keyfi yerine gelmişti işte. Kendi gibi yeni uyanmış şakacı balıkların günaydınını alıyordu tek tek. Öyle atlayacak yüzecekti ki ufku ansızın bir beyazlık kesti. Bir hızın köpüğüydü dalga dalga yükselen. Bir deniz aracı, kaptanın dümeninin marifetiyle yerle göğün birleştiği yeri boydan boya ikiye bölüyor, ayrılıkların uzağını ötede, terasta kahve içimlik daveti de elinin tersiyle itip kıyıya salarak ardına bakmadan gidiyordu işte.

“Sen kim oluyorsun da beni kıçı kırık, kayraktan terasına davet ediyorsun. Gölgeliğini saran mor çiçeklerin de çiçeklikteki limon kekiklerin de senin olsun. Denizi gören bu evi kocan benim kocamın işinde çalışmasaydı zor alırdı. Haddini bil, sen yoksun zaten, ıssız kadın seni…”  

Asıl şimdi ıssızdı Lüküs Şencan Hanım’ın kırışık yüzü… Onca neşter yaşanmışlıkların çoğunu yok etmişse de acıyla karışık korkunun kaypak kaygısı her bir zerresindeydi.

Görmüştü.

Ertesi gün, bakmak için açtı ekranını. Haber, sitelerde yoktu, kalkmıştı. Kahve içimlik görmüşüm demek ki dedi kendi kendine. Arkasını döndü.