1980 yılında İstanbul’da doğdu. 2004 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Sanat Tarihi Bölümü’nden mezun oldu. Yaklaşık on yıl boyunca çeşitli reklam ajanslarında yaratıcı yazarlık yaptı. 2019 yılında Notos Atölye’ye katılarak öykü yazmaya başladı ve öykülerinden bazıları Oggito’da yayımlandı. Hande Sarı Kılıç, halen freelance olarak yaratıcı yazarlık yapmakta ve eş zamanlı olarak Mone adlı kültür sanat platformu için dijital içerikler üretmektedir.

“Beni anlamalısın. 

Çünkü ben kitap değilim, 

çünkü ben öldükten sonra kimse beni okuyamaz, 

yaşarken anlaşılmaya mecburum.”

Oğuz Atay, Tehlikeli Oyunlar

Yüzüne doğru eğildim. Sımsıkı yumduğu gözlerine baktım, kavisli burnuna, uykunun rehavetiyle aralanmış dudaklarına. Kaşları acı çeker gibi yukarı kalkmış, gözlüğü yine sola yatmıştı. Üzerinde en sevdiği hırkası vardı, mavi kahverengi, baklava desenli. “Baba,” dedim usulca. Göğsünden nemli bir hırıltı yükseldi, kolları hafifçe titredi. Televizyonun karşısında uyuyakalmıştı. 

Yorgun nefeslerini arkamda bırakarak salonda gezinmeye başladım. Çocukluğumun geçtiği evdeyim. Çiçekli duvar kağıtlarının, zigon sehpaların, kadife minderlerin zamandan saklandıkları yerdi burası. Annemin kaderine lanet ederek yaprak sardığı, babamın her gece kanepede sızdığı, benimse tarifsiz bir iç sıkıntısıyla ucunu yeni açtığım kurşun kalemleri ders kitaplarına batırdığım ev. 

Ne kadar oldu gelmeyeli? İki yıl, belki de daha fazla… Kenarları oymalı ahşap büfeye dokundum. Anneme kızıp meyve bıçağıyla açtığım delik hâlâ duruyordu. Parmağımla boşluğu yokladım. Nasıl da yakalamıştı beni suçüstü. Gözlerini kısarak süzmüş, öfkeden titreyen saç telleriyle yüzüme tükürür gibi fırlatmıştı kelimeleri: “Ne kadar kötüsün! Bu yaptığın düpedüz hainlik! Kime çektin bilmiyorum ki.” 

Ben de bilmiyordum bazı şeyleri ama en çok ailemizle ilgili soru işaretleri vardı kafamda. Neden bu evde yaşıyor, her sabah aynı reçel kabına uzanıyor, üzerimize çöken ağır havayı soluyorduk yan yana? 

Karnımı garip bir sancı yokladı. Büfenin kapağını araladım. Kuyruğu kırık deniz kızı biblosu, nazar boncuklu beyaz filler, Çin malı porselen fincanlar ve hepsini bir tepsi gibi taşıyan çiçek desenli dantel… Hemen üstlerinde babamın en sevdiği resmi duruyordu. Siyah beyaz fotoğraftaki genç adamla bakıştık. Jöleli saçlarına takıldı gözlerim, duruşundaki erkeksi titreşime, yüzündeki ifadeye. 

Babam fotoğrafta yalnız değildi, yanında yakışıklı sayılabilecek dokuz adam daha vardı. Gömleklerinin yakasına düşen gülüşleri ayna gibiydi. Ahşap bir sahnede yan yana duruyorlardı, sahnenin alınlığında büyük harflerle bir yazı göze çarpıyordu. “Ayvalık, Marlon Brando’sunu seçiyor.”

Annem bahsederdi; babam Vito Corleone gibi konuşabilmek için günlerce yanağının içine pamuk koyarak prova yapmış. Sonunda oğlunun saçma hevesine katlanamayan Necati Bey’in sert tokadıyla ıslak pamuk yere düşüp toza, toprağa bulanmış.

Babam o günden ara sıra bahseder ve her seferinde hikâyesini yeni detaylarla köpürtürdü. Derin bir nefes alıp “Ah ah!” diye başlardı anlatmaya. Annem, peşinden neyin geleceğini sezip bezginlikle gözlerini devirir, bir bahaneyle mutfağa kaçardı. Umursamazdı onun yokluğunu babam, hayalinde çoktan yarışma gününe gitmişti bile. Dudaklarının titremesinden anlardınız, heyecanla kırpıştırdığı gözlerinden… Bütün ışıkların kendisini aydınlattığı, kuvvetli alkışların kulaklarında patladığı ve yarışmada birinci olduğunun açıklandığı sahneden inip kolay kolay gelemezdi yanımıza.

Ayvalık o gün Marlon Brando’sunu seçmişti ama babam kendine uygun bir yaşamı seçememişti. Herkesin yeteneğine hayran olduğu Nazif Bey, babasının baskıyla evlenmiş, oyunculuğu bırakıp aile mesleği olan manifaturacılığa devam etmişti.

Hayatı, metreyle satılan naylon brandaların, boya kokularının arasında geçen babama baktım yeniden, anneannemin alaycı tonlamasıyla “Marlon Branda”ya. “Bak, el âlemin kocası neler yapıyor!” diye başlayan iğnelemelerin yıllarca hedefi olmuş, yalnız ve suskun adama…

Sahi en son ne zaman mutlu görmüştüm onu? Yıllar önce reklam çekiminde… Her şey alt komşumuzun oyunculuk hevesini bildiği babamın karşısına dikilmesiyle başlamıştı. Kendisi kısa süre önce ajansa kaydolmuş, dizilerde ve reklam filmlerinde ufak roller üstlenmeye başlamıştı. Nazif Bey de şansını denemek ister miydi? Tabii, dedi babam, neden olmasın? Ertesi gün birlikte ajansa gittiler, sağdan, soldan, önden, arkadan onlarca fotoğrafı çekildi babamın. Adının kapağına italik harflerle yazıldığı bir dosya açıldı. Yaşı, mesleği, adresi, iletişim bilgileri işlendi içindeki sayfalara satır satır…

Bir iki hafta sonra güzel haber geldi: Bir yağ markasının yeni reklam filminde oynayacaktı. Çekim sabahı heyecanla uyandı. Bir gün önce özenle ütülediği gömleğini gözden geçirdi, saçlarını yıllar sonra ilk kez geriye taradı, dolabında sakladığı parfümden üzerine bir iki fıs sıkmayı da unutmadı. Kahvaltı sofrasına neşeyle oturdu. Biraz peynir, bolca zeytin, taze ekmek… Çayını iştahla yudumlarken bana yine “Bambi kızım” diye takıldı. Ben onun heyecanına ortak olmanın verdiği keyifle sofradan kalkarken annemin dudaklarına yerleşen kibirli gülümseme gözümden kaçmadı. Bu yaştan sonra ne olacak Allah aşkına, set işleri kolay mı öyle, kaç yaşındaki adam vazgeçmedi bir türlü gençlik hevesinden!

Babam, annemi duymuyordu bile. Çocuksu bir heyecanın peşinde, kendini hiç olmadığı kadar canlı hissediyordu. Üzerine yine ışıklar yanacak, klaketler açılıp kapanacaktı. Kalbi atmaya başlamıştı babamın; kepenkleri pas tutmuş, sıvaları dökülmüş dükkânında yitirdiği Nazif’i, yıllar sonra yeniden bulmuş gibiydi.

Reklam filminin yayınlandığı gün evde adeta kıyamet koptu. Babam günler öncesinden eşe dosta haber salmıştı. Mısırlar patlatıldı, soğuk biralar açıldı, merakla bir sonraki reklam kuşağının yayınlanması beklendi. Derken birden yerinden fırladı, televizyonu işaret ediyordu. Hepimiz dikkatle ekrana baktık. Oradaydı işte, kalabalık bir aile sofrasında, kucağında torunuyla yemek yiyordu.

Annem masadaki tabakları toplarken babama zehirli iğnesini batırmayı unutmadı.  “Öyle çok bahsettin ki, ben de sandım en öndesin, figüranlık gibi bir şey bu.” Babam bir şey demedi. Annemin kelimeleri ona ulaşamasın diye salonun en uzak köşesine geçip oturdu. Ara sıra televizyona göz atıyor, usulca gülümsüyordu.

Sonraki günler, ajanstan yeni bir teklif gelir umuduyla geçti. İnsanın bunca yıldan sonra kendinde hâlâ bir şeylere tutunacak gücü bulabilmesi ne garipti. Her sabah belki bugün ararlar diye uyanıyor, akşama doğru tazeliğini kaybetmeye başlayan umudunu ertesi sabah yeniden yeşermiş buluyordu içinde. Annem ne zaman bir yeri aramasını söylese, aynı yanıtla karşılaşıyordu. “Telefonu meşgul etmemek lazım Neriman Hanım, ya ajanstan ararlarsa?”

Aramadılar. Günler, ruhunu ezen tekrarlarla geldi geçti. Babam yavaş yavaş kabuğuna çekildi, sessizleşti. Film izlemeyi bıraktı, çiçekleri sulamayı da… Sabahları aynı saatte dükkânın tozlu kepenklerini gürültüyle kaldırıyor, öğlenleri ekmeğini Neriman Hanım’ın yağlı yemeklerinde ıslatıyor, mesai bitimi yorgun ayaklarını eve sürüklüyordu. 

Siyah beyaz fotoğrafı çerçevesinden çıkarıp cebime koydum. Gözüm ilaç kutularına takıldı. Bir tanesini elimde evirip çevirdim. Yıllardır kullandığı tansiyon hapıydı bu. Her sabah aç karna bir tane alırdı. Ne demişti doktor? “Nazif Bey, sinir stres size yaramaz, kalbinizi yormayın.” 

Ama babamın kalbi, üzerine bir türlü oturmayan bu hayatı, kalın bir palto gibi yıllarca taşımaktan yorulmuştu. Ona baktım yeniden. Her zamanki koltuğundaydı. Yüzü neden bu kadar sarıydı? Işıktan mı? Tavandan sarkan ampulün sıcaklığını hissediyordum. Babam salona girer girmez yakardı lambayı. Altında saatlerce oturur, güçlü, sarı bir ışık omuzlarından dökülürdü. 

Güneş çoktan batmıştı, kapıyı sessizce açıp balkona çıktım. Her yer toz içindeydi. 

Yan yana asılı çamaşırlar sararmıştı. Gazete kağıdı gibi kurumuşlardı… Çiçekler de öyle. Kaç gün olmuştu sulanmayalı? Plastik saksılarda rengârenk sardunyalar… Eflatun, beyaz, kırmızı… Babam sardunyaları çok sever. “İnsanı hiç yormaz, üzmez bunlar kızım.” derdi. “Yarım kap suyla mutlu olur, başka da bir şey beklemezler.” 

Balkonun köşesinde küçük bir teneke kutunun içinde bir sardunya tek başına duruyordu. Çiçekleri dökülmüştü, o da kurumak üzereydi.

Aşağıdan garip bir ses duydum. Balkondan aşağı baktığımda annemin, elindeki bavulu çeke çeke götürmeye çalıştığını gördüm. “Nereye gidiyorsun anne?”

“Çanakkale’ye, Birgül’ün yanına.”

“Ne kadar kalacaksın?” Yanıt yok. Bu sessizlik anlatıyor ki, annem teyzemin yanına temelli gidiyor. 

“Babam ne olacak peki? Ne yer, ne içer bu adam, tek başına nasıl yaşar?” 

Omuzlarını kaldırıyor umursamazca. “Merak etme bal gibi yaşar.” Sonra o cümleyi fısıldıyor, her hatırladığımda beni paramparça eden dört kelimeyi. “O zaten yıllardır yalnız…”

Her şey bir anda berraklaştı, taşlar yerine oturdu. Yıllardır her evde olur, evlilik zor, hangi ilişki dört dörtlük diye görmezden geldiğim gerçekler, evin çatlaklarından var gücüyle sızıyordu. Annem babamı sevmiyor, hatta tiksiniyordu ondan. Boya kokulu pantolonlarından, ağrıyan dizlerinden, parıltısı çoktan sönmüş hayatından… 

İşe yaramayacağını bildiğim halde üsteledim. “Babam yalnız yapamaz, nasıl gidersin?” 

Dudakları öfkeyle gerildiğinde ince aralıktan tehditkâr dişleri göründü. “Çok meraklıysan gel bak babana, her şeyi benim üzerime yıkma!” İlk kez bu kadar kararlı görüyordum onu, belli ki gerçekten gidecekti. Deminden beri içimde kıpırdanan çaresizlik yavaş yavaş öfkeye dönüştü. 

“Nasıl gelirim anne? Benim sınavlarım, Tuna’nın okulu, biliyorsun…” Biliyor ama duymak istemiyordu. Gözleri gözlerimde, babamla bize verebileceği son iyiliği cebinden çıkarıyordu. 

“Babana bir şey olmaz, kışın dükkanda oyalanır, yazın da isterse yanımıza gelir.” İkimiz de farkındaydık aslında, yaşamı boyunca birilerine yük olmaktan korkmuş Nazif Bey, gururunu kışlıkların arasına kaldırıp gitmezdi Çanakkale’ye. Yapacak bir şey yoktu, annemin elinden gelen buydu. Bavulunun tekeriyle yola ince çizgiler çekerek uzaklaştı.

Hava serinledi. İçeri girdim, babam hâlâ uyuyordu. Yaklaştım ona, ellerine dokundum. Buz gibiydi. Başımı omzuna yaslayıp gözlerimi kapadım. Bir aradaydık yeniden. Hırkasında sökülen yerleri sevdim teker teker. Bir tane omzunun kenarında, diğeri göğsünün altında, bir diğeri üçüncü düğmenin hemen üzerinde… Burnumu hırkasına gömdüm, tanıdık kokuya. 

Bedeni hafifçe titredi, dudakları açılıp kapandı. Rahatsız mı etmiştim? Uyandırmamak en iyisiydi. Ayağa kalktım, yere bıraktığım çantamı tekrar omzuma astım. Son kez baktım babama, “Yine gelirim,” diye fısıldadım kulağına. Gelir miydim? 

Ayakkabılarımı giyerken bir ses dikkatimi çekti. Şıp… şıp… şıp! Musluklardan biri açık mı kalmıştı? Tüh, ayakkabılarımı da giymiştim. Halıya basmamaya çalışarak banyoya yürüdüm, ışığı yaktım. Lavabonun musluğundan geliyordu su, iyice sıkmak gerekliydi. İşte oldu. Banyodan çıktım, ışığı kapatmak üzereyken gördüm onu. Aynanın karşısında prova yapıyordu. 

“İzninizle başkanım. Pidelerimizi mısırdan yapıyoruz, sabırdan değil.” 

Baba? 

“Ve sabır, silahlı nöbetçiler tarafından korunan dikenli telin içinden geçemez.” 

Viva Zapata, Marlon Brando’nun en sevdiği filmiydi. Her sahnesini, her repliğini ezbere bilirdi. Film başlar başlamaz, babam heyecanla ayağa fırlardı. “Baba?” Bana baktı, yakalandığı için mahcup göz kırptı. Bunun anlamını biliyordum, aramızda kalsın demekti. Annene söyleme. Söylemem. 

Banyonun ışığını kapattım, ani bir kararla balkona yürüdüm. Annem bağırdı arkamdan. 

“Ne işin var ayakkabılarla salonda? Kaç kere söyledim sana, ayakkabılarla eve girilmeyecek.” Sardunyayı alıp salonu hızla geçerek dışarı çıktım. Merdivenlerden koşar adım indim, adeta kaçarcasına. Apartmanın girişinde Erdal paspasları yıkıyordu. Beni görünce işini bıraktı. 

“Hoş geldiniz.” 

“Sağolun.” dedim mesafeli bir tonda.

“Nazif Bey’i severdik, çok üzüldük.”

Yüz vermedim. Üzüntümde izinsiz gezinmek istemesi canımı sıkıyordu.

“Eksik olmayın. Evin anahtarını size vereceğim sanırım, eşyaları almaya geleceklermiş.” 

“Evet, evet… Yarın gelirler diye tahmin ediyorum. Çiçekleri de ben alacağım. Neriman Hanım öyle dedi.”

“Tabii, alın.” 

Durup beni süzdü. 

 “Siz de bayadır gelmiyordunuz. Önce Neriman Hanım gitti, sonra siz. Yalnız kaldık valla buralarda.”

Nasıl gelirdim? Bu ev hep boğdu beni, hep yordu. Geçmişin yükü ağır geldi, taşıyamadım.

“Gelemedim. İşler, güçler…”

İkna olmadığı halde olmuş gibi yaptı.

“Tabii, tabii…”

Lafı uzatmaya kararlıydı. Başıyla yukarıyı gösterdi.

“Rahmetli nasıl da severdi filmleri, değil mi? Ben bulduğumda koltuktaydı. Belli ki film izliyormuş. Kalbi birden durmuş herhalde. Öylece kalmış uyur gibi… Ta ki siz beni arayana kadar.” 

Kaçmak istiyordum, beni ve babamı kimsenin tanımadığı bir yere.

Kibarlığıyla beni yaralamaya kararlıydı.

“Cenazeye de gelemedim. Bizim kız hastaydı, bir ateş ki sormayın.”

“Benim gitmem lazım. Yardımınız için teşekkürler.”

Erdal yüzüme bakıyor, bağıra çağıra ağlamamı, kendimi yerden yere atmamı bekliyordu. Hiçbirini yapmadım, yapamadım. Ağır adımlarla yokuştan caddeye tırmandım. Bir ara dönüp çocukluğumun geçtiği apartmana baktım. Gözüm yedinci kata tırmandı. Perdeler örtülüydü. Salondaki ışık yanıyordu, babamın tam üstünde.