Sonsuz bir boşlukta kaybolmak gibi bir şeydi zamansızlık. Hiçbir şeye yetişemiyordu. Mekanikleşmiş bir halde ev ve iş arasında sıkışıp kalmıştı. Bu durum midesini bulandırıyordu. Gregor Samsalar ne çoktu bu hayatta. Tepetaklak olmuştu. Tıpkı onun gibiydi. İki ayaklı bir böcek gibi, ince ve kırılgan bacakları çarpık çurpuktu. Bir beddua gibi iki yakası bir araya gelmiyordu. Hayat şartları gün geçtikçe zorluyordu.
Bir şeyler yapmalı? Bir şeyler değişmeli, bir kıvılcım olmalı? Karanlık nasıl aydınlanacaktı. Kafasında deli sorular…
En sonunda bir şeyler aklına gelecekmiş gibi dayadı kafasını cama. Gelip geçenleri izledi. Küçük yaşına rağmen dünyayı sırtında taşıyan zayıf kara kuru bir oğlanın kâğıt topladığı arabayı bir salıncağa çevirip ucunda salınmasını, çocukların çekirdek çıtlayışlarına karışan kahkahalarını, kuşların uçuşunu, bulutların iç içe geçişini, bazen aydınlanan bazen grileşen gökyüzünü, güneşin ufukta varlık ile yokluk arasında can çekişini ve içinden geçen olur olmaz hayalleri…
Yağmurun cama vurmasıyla başını dayadığı pencereden irkilip geri çekti. Saçının sakalının birbirine karıştığını cama vuran siluetinden fark etti. Öylesine dalmıştı ki kendisi de bu duruma şaştı, afalladı. Toparlanıp kendine gelince derin bir nefesle varlığını kabullendi. Buradaydı. Yağmurla yükselen toprak kokusu; çocukluğunun diyarlarına götürse de sadece bir tebessümle andı, geçti.
Yağmur güzel güzel yağarken bu güzelliğe eşlik etmeye niyetlendi, üstüne montunu geçirdi ve kendini İstanbul’un arnavutkaldırımlarına bıraktı. İkiye bölünmüş bir ruh haliyle adımlıyordu İstanbul sokaklarını, bir yanı cemrenin toprağa düştüğünü müjdeleyen bahardı, diğer yanı simsiyah yağmur yüklü bir bulut gibiydi. Bir yanı üşüdüğü halde kışta direnirken bir yanı mümkünatı yok o bahar gelecek diyordu. Cemre yumuşatmıştı, sarı sıcak bir rehavet sarmıştı toprağı bir kere, önüne geçilmez bir sel gibiydi bahar. İlla gelecekti.
Bahar yağmurlarından nasiplenen tabiat kendini yenilemenin heyecanıyla telaşlı görünüyordu. Bir an önce tomurcuklanan ağaçlar, toprakta bitmeye yüz tutmuş çimenler, onların arasında yüzünü güneşe göstermeye can atan bin bir renkli çiçekler, kozalarından çıkmaya hazırlanan tırtırlar ve bilcümle hayat MERHABA! Demek istiyordu sanki… Merhaba!
Alanı dolduran kalabalığı yukarıdan seyretti. Her renkten, her sesten, her cinsten insan denizi önündeydi; kendini deryaya bıraktı. Büyük bir hoşgörüyle kucakladı kalabalığı…
Bugün yeni bir şeylere niyetlenecekti. Aydınlığı müjdeleyen bahara eşlik etmek gibi mesela…