Günlerdir annesinin yanında bekliyorum. Gidecek yerim de yok zaten, ardımda bıraktığım köy yandı. Konuşamıyorum; konuşursam boğazımdaki ateş topu etrafa saçılacakmış ve bir orman daha yanacakmış gibi hissediyorum. Bu çağda hava bile tutuşabilir. Tanıdığım insanların çoğu, tuhaf ölüm şekilleriyle beni erken terk ettiği için kalbim çabuk ihtiyarladı. Dünyada su eksildikçe benim gözyaşım tükendi. İnsan kendi izini fotoğraf albümlerinde de bulamıyor artık. Albümler, mevsimleri tarumar edilmiş, gözden düşmüş bir yılın takvimine dönüşmüş ya da çoktan kaybolmuşlar.

Sessizce bekliyorum; şimdi hastanede olan, tutuklu avukatımın annesinin yüzü gülsün diye bekliyorum. Kim olduğumu soran yok. Kalabalık çok tanıdık geliyor, yıkılmış bir apartmanın etrafında bekleştiğimiz o günler ve gecelere benziyor. Avukatımla da o gecelerden birinde tanışmıştık; bir ses gelmişti 5. kattan, şans getirmişti birisine. Tanıştığımızda da hastaydı zaten, yine de öyle yürekli, öyle inançlı konuşuyordu ki. Şimdi ne çok insan bekliyor onu bu hastane avlusunda… Onun içi dışında aydınlık yüzünü mü, yoksa içimize ferah bir adalet esansı döken kelimelerini mi sevmişler? Ben en çok pusula gibi kullandığı hukuk kitaplarından süzdüğü kelimelerini sevdim.

Ya beni? Kaldı mı acaba beni arayan birileri? Kaçtım diyemem; kaçacak birileri, bir yerim mi vardı sanki? Yetkililer ve daha kimler; köy yeniden kurulacak dedi. İnanmadım onlara. “Siz onu gidin de yanan bir kaplumbağaya sorun. Aramızda evini sırtında taşıyan bir o var, değil mi? Kimseye rahatsızlık vermemiş olan onun evini nasıl onaracaksınız bakalım?” diye soracaktım. Korktum. Cesur olsam çoktan ağzımı açardım. Belki de konuşunca susmaksızın ağlardım. Üstüne hâlâ ağlıyor olabilmem beni sevindirir ve acı tatlı tüm gözyaşlarım birbirine karışınca da canlanırdım.

Ölümlerden bahsettim ya… Pençesinden kurtulduğum tuhaf ölümler. Demek ki yeterince iyi değilmişim. Cesaret şartmış ki böyle bir yaşamı taşıyorum. Emanet gibi adeta; üstüme hiçbir vazifeyi yakıştırmayan, böbürlenip büyüklenerek varlığımı hafife alan bir yaşam.

Burada hep cesurlar toplanmıştır. Ya da benim gibi kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış olanlar. Bu cesur adamı ondan mı bekliyorum acaba burada, tam da annesinin yanında? Konuşabilen bir adam. Bugün daha fazla ne yapılabilirdi ki zaten? Sevilen bir adam. Güler yüzlü, iyi bir adam. İftiraya uğramış ve ispat etmesine izin verilmeyen bir adam. Bir süre hapishanede kalacak. Onun gibi ne çok cesur adam içeride bugünlerde…

Dışarısı cehenneme döndü: yangınlar, depremler, hastalıklar, felaket üstüne felaketler. Kötülük arsızca zaman kazanmış. Şımartılan çocuklar ellerinde çakmaklarla ormanların üstüne yürüyor ve onlara dur diyebilecekken büyükleri arkalarına geçmiş gururla sırıtıyorlar. Eski efsanelerde kurtlar emzirirdi terk edilmiş çocukları, modern mitler sırtlanlar üstünde duruyor.

Etrafımda vızıldayan sözler çağlar öncesi ve sonrası: adam hastaymış, annesi çok ağlıyor. Annesi oğlunu görmek istiyor. Devlet yaşayacağına garanti veriyor o zaman? Hastaymış yahu, yatmaması lazım, hem de masummuş.

Yani işler burada da pek iyi gitmiyor. Ama artık peşinden gidebileceğim cesur bir annem var ve ağzımı açınca ona ve oğluna çiçekli cümleler kurmak istiyorum. Böylelikle hayatımı, evimi, köyümü elimden alanlara; ağaçları, kaplumbağaları, oğulları ve anaları alanlara yeryüzünün verdiği mesajları korkusuzca iletebilirim.