Yaz gitmekte acele etmiyor, sonbahar işi yavaştan alıyordu. Okul açılmadan yaşadığım bu son günlerde oldukça endişeliydim. Lise son sınıfta olmak korkutuyordu beni. Sınıfı geçmeyi başarabilecek miydim? Asıl zoru, üniversiteyi kazanabilecek miydim? Arada arkadaşlarla buluşup konuşuyor ve aldırmazı oynuyorduk.
O günlerde “kankalarla takılmak” denmezdi. Cep telefonu nedir bilmezdik. Bazı evlerin salonlarında, büfenin üzerinde, genellikle siyah renkli (sonraları kırmızı ve yeşil olanları da yapıldı) bir telefon olurdu. Üstündeki yuvarlağa parmağımızı takar, numarayı çevirirdik. Sadece şehir içi aramalar bu şekilde yapılırdı. Şehir dışı ve hele yurtdışı aramalar santrale yazdırılır, saatlerce evde oturup bağlanması beklenirdi.
Yaz tatilinin son günlerini tedirgin bir keyifle geçirirken, bir anda hayatımın değişeceğini önceden bilemezdim. Mahallemizin sokaklarından yansıyan alışılmadık bir hırıltıyla annemle göz göze geldik. Bu garip hırıltı giderek arttı, arttı ve bir aslan kükremesine dönüşüp bizim bahçeye kadar ulaştı. Annemin yüzü bembeyaz olmuş, dudaklarının rengi bile solmuştu. Merakla kapıya koştuk. Babam, ancak filmlerde görülebilecek devasa bir motosikletin üzerinde poz vermiş, çocuk gibi sırıtıyordu.
Annem bir çığlık attı: “Bu ne bu?!”
Babam hiç acele etmeden, abartılı hareketlerle önce kükreyen aslanını susturdu. Ardından genç taklidi bir sıçrayışla aşağı atlayıp yanımıza geldi: “Sevgilim, bu bir motosiklet. Hep heves etmiştim ama param yetmediğinden alamamıştım. Kısmet bugüneymiş. Haydi, ne duruyorsun, atla arkama da seni uçurayım!”
“Çıldırdın mı sen? Bu yaşa geldin, hâlâ akıllanmadın. Düşüp bir yerini kırarsan görürsün gününü! Bir de utanmadan beni bindirecek…”
“Yok yavrum, bir şeycik olmaz. Son model bu alet, çok dengeli.”
“Ben anlamam modelden, dengeden. Ya o ya ben. Bu sana son sözümdür, bilesin!”
“Ya demek öyle? O zaman o.”
“Pekâlâ, öyle olsun. Bu yaşımda şu başıma gelene bak! Yazıklar olsun sana.”
Annem içini çekerek ve yüksek sesle hıçkırarak eve girdi.
Ben olduğum yerde donup kalmıştım. Konuşamıyordum bile. Bu, onların ilk kavgasıydı kendimi bildim bileli. Babam yanıma gelip omuzuma el attı: “Üzülme,” dedi.
“Kolay mı?” dedim.
Annem çoktan odasına girip kapısını kilitlemişti. Babam ne kadar yalvardıysa da açmadı. O gece babam kanepede uyudu. Ona benim yatağımı teklif ettim ama istemedi.
“Sen kendi yatağında yat, güzel uyu, iyi dinlen. Yarın birlikte gidiyoruz. Şu motorun tadını çıkartalım.” İnanamadım. Babamla baş başa, erkek erkeğe… Üstelik bir motorun tepesinde! Aynı filmlerdeki gibi…
“Annem katiyen izin vermez,” dedim.
“Ondan izin alan kim? Sen benim oğlumsun ve benimle geleceksin. İşte bu kadar,” diye kestirip attı.
Belli ki bu gücü yeni motorundan alıyordu. Sustum ve odama gidip yattım. “Ya boşanırlarsa ne yaparım?” diye düşünmeye başladım. Sabaha kadar gözüme uyku girmedi dememi bekleseniz de hiç öyle olmadı. Motosikletle yollarda uçup giderken dalmışım. Sabah annemin çığlığıyla uyandım.
“Oğlumu benden alamazsın! Kendin git ama çocuğumu vermem, asla!”
“Unuttun sanırım, o benim de oğlum. Bize karışamazsın.”
Anneme sarıldım. “Merak etme, ben yanında olursam daha dikkatli kullanır,” diye kulağına fısıldadım.
Biraz durulur gibi olduysa da yine başladı bağırmaya: “Demek sen de ondan yanasın!”
“Ben kimseden yana değilim. Zaten iki saatlik yol. Amcamlara gidecekmişiz. Sen de biraz anlayışlı oluver.”
Annem koltuğa çöktü, eteklerini dizlerinin üstüne çekiştirmeye başladı. “İyi o zaman, ne haliniz varsa görün,” diye mırıldanarak başını öne eğdi. “Bakalım geri geldiğinizde beni bulabilecek misiniz?”
Babam “Hadi!” deyince koşup arkasına atladım. Dönüp arkama baktığımda annem gizli gizli su döküyordu peşimizden. İlk benzincide durduk. Depo dolarken babam çantasından iki mont çıkardı.
“Biri sana, biri bana,” dedi. Yepyeni, aynı filmlerdeki gibi siyah deriden iki motorcu montu ve iki kara gözlük. O zamanlar kask nedir bilmezdik. Birden annem geldi aklıma. Bizi böyle görsün istedim ama hemen vazgeçtim bu düşünceden.
“Siz şimdi boşanacak mısınız?”
“Yok be! Ne boşanması? Kaç yıllık karım o benim. Bir motor yüzünden hiç boşar mı beni? Hem ben onun gönlünü almayı bilirim. Sen merak etme.”
Bizim aile biraz gariptir. Amcamla babam iki kız kardeşle evlenmiş. Yani amcam aynı zamanda eniştem olur. Bu durumda teyzem de yengem oluyor. Amcam tarih öğretmenidir. Tayini çıkınca İstanbul’dan Karadeniz Ereğlisi’ne taşınmışlar. Emekli olduğunda ise geri dönmeyi istememiş. Teyzem de çaresiz onunla birlikte kalmış ama bildiğim kadarıyla İstanbul’a dönme umudundan ve arzusundan hiç vazgeçmemiş.
Benzini fulleyince yola koyulduk. Sımsıkı sarıldım babamın beline. Bir süre sonra babam ana yoldan sıkılıp sahil yoluna saptı. Yeşil yaprakların iki yandan sardığı daracık yollardan kıvrıla kıvrıla ve hızla ilerliyorduk. Onunla hiç bu kadar yakın olmamıştım. Bana sanki oğlu değil de arkadaşıymışım gibi davranıyordu. İlk defa büyüdüğümü fark ettim. Artık korkularımı yenecek gücüm vardı. Okul ve dersler ne ki? Hepsinin üstesinden gelebilirim diyordum. Yeter ki bizimkiler bir arada olsun, gene eskisi gibi.
Tepeleri uçarak aşarken başlayan yağmurla düşüncelerim dağılıp gitti. Yağmur değil sağanaktı bu. Gerçi montlarımız bizi koruyordu ama yerler kaygandı ve o dengeli motor yalpalamaya başladı. İlk gördüğümüz köy kahvesinin önüne park edip içeri daldık. Sıcak çayla karşıladılar bizi. Sorup soruşturdular biraz, sonra rahat bıraktılar. Ama ne rahat… Kokudan durulur gibi değildi. Ölü hayvan kokusu mu desem, kanalizasyon mu bilemedim. Kahvede çay içip okey oynayan on on beş kişi vardı. Masaların altına bakınca bütün gerçeği gördüm. Hepsi ıslak ayaklarını çıkartıp pabucunun üstüne basmıştı ve hepsinin çorabı delikti. Kiminin parmağı, kiminin topuğu çoraptan çıkmış, leş gibi koku salıyordu. Gördüklerimden sonra “yağmura canım feda,” diyerek kendimi dışarı attım. Islak toprak ve çimen kokusunu ciğerlerime bol bol çektim.
Babam kapının önüne çıkıp sordu: “Ne oldu, neden fırlayıp çıktın öyle?”
“Duymadın mı kokuyu? Az kaldı kusacaktım.”
“Haklısın. Fare ölüsü gibi… Dur biraz, çayları ödeyip geliyorum. Zaten çok yolumuz kalmadı.”
Gene koyulduk yollara. Allahtan yağmur azalmıştı ve motor ıslak yollara alışmış gibiydi. Boş yollarda babam gönlünce sürat yapıyordu. Ben hiç ses etmiyordum ama bu işten pek hoşlanmamıştım. Bu aletin oturma biçimi ve rüzgârı yormuştu beni. Keşke araba alsaydı babam, diye düşünüyordum ama bunu itiraf etmeyi asla düşünmüyordum. Sonunda Ereğli’nin ışıkları göründü. “Oh!” dedim içimden.
Amcam “Nerede kaldınız?” diye açtı kapıyı.
Şaşırdık. “Abi, sen nereden bildin geleceğimizi?”
“Karın aradı, ağlıyormuş,” dedi amcam.
Birden annemin, titreyen incecik parmaklarıyla numaraları çevirmesi ve santrale teyzemin numarasını yazdırması, sonra ağlaya ağlaya oturup beklemesi geldi gözümün önüne.
Amcam devam etti: “Benimki de bana saydı döktü. Sonra ‘Kardeşimin bana ihtiyacı var,” diye fırlayıp çıktı evden. İlk otobüse atlayıp İstanbul’a… Belki de siz daha buraya varmadan varmıştır o. Zaten kaç gündür söyleniyordu. Ben hep kitap okuyormuşum, iki kelime etmeyi bilmezmişim. ‘Ebedî öğrencisin sen!’ diye bağırdı suratıma. Kitaplarımı yere attı. Ben hiç aldırmıyordum ama kavga çıkarmak için bahane arıyordu besbelli. Yani kısaca, Hale’nin telefonu Jale’ye tam zamanında geldi. Şimdi iki kardeş oturup dertleşsinler, biz de kafayı dinleyelim.
“Ay, size ne oldu, anlatsanıza; hep ben konuştum. Geçin oturun, yol yorgunusunuzdur. Şimdi donatırım sofrayı. İki kadeh de rakı içtik mi, gerisini boş geç.”
Böylece teyzemlere yerleştik. Amcam her gün kitaplarıyla baş başa, okuyarak ve notlar alarak hayatını sürdürdü. Babam, kısa geziler yaparak ve çoğuna beni de katarak yeni oyuncağının tadını çıkartıyordu. Sahil yollarında kükreyen aslan meşhur olmuştu. Çocuklar bile arkamızdan ıslık çalarak bizimle dalga geçiyorlardı. Babam, amcamı da gezdirmek istiyordu ama amcam yanaşmadı. “Motorla hiç işim olmaz, ben ebedî öğrenciyim,” diyerek her seferinde itiraz etti ve kitaplarına geri döndü.
Elbette çok uzamadı bu macera. Yıllardır evli bir adam olarak şimdi biliyorum ki, evliliğini sürdürmek isteyen bütün erkekler, karısının her dediğini yapmalıdır. Sonunda babam motoru satıp araba aldı. Amcam, bütün kitaplarıyla birlikte İstanbul’daki mahallemize taşındı. Ben o yıl üniversiteye başladım. Leş kokulu kahveyi ve delik çorapları hâlâ arkadaşlarıma anlatırım.