1996 yılının baharında dünyaya geldi. Okumaya ve yazmaya olan yoğun ilgisinden dolayı Kore Dili ve Edebiyatı bölümünü yarım bırakarak Hacettepe Üniversitesi Felsefe bölümünü kazandı. “Hannah Arendt'in Vita Activa Kavramı Üzerinden Pandemi” teziyle mezun oldu. Psikoloji ile ilk gençlik yıllarından beri hemhâl olduğundan, taze bir anneyken Oyun Terapisi, Masal Terapisi, Resim Analizi, Montessori, Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu eğitimleri aldı. Sinema ve yazma tutkusu ile, hayali olan senaristlik için aldığı senaryo eğitimi devam ediyor.

Ölümün en büyük korku olduğuna inanan insanlıktan beklenen yaşam, ne kadarsa o kadar yaşıyoruz, ezbere ve nesnelerle… Hep bir geç kalmışlık hissi ya da hayal kırıklığıyla dolu, karşılanmamış beklentiler dolduruyor içimizi. Şöyle durup da “Yeter!” diye sağlam bir çığlık atmaya ramak kalmışken yere düşen maskemizi alıp zorlama bir nefesle tekrar yüzümüze takıyoruz. Aykırı bir söz edeni de, ruh sağlığından şüphe ederek “Profesyonel yardım almayı düşündün mü?” diye tecrit ediyoruz. Âlemin sırrına ermiş meczuplara zamanında deli yakıştırması yapan da bizdik, doğru söyleyeni dokuz köyden kovan da. Depresyonun minörü de, majörü de on kişiden dokuzuna teşhis niyetiyle yapıştırılmış bir etiket. Leblebi gibi yutuluyor antidepresanlar. Nesneler dünyasında nesne ilişkileriyle var olmaya çalışan insanın problemlerinin sözde ana sebebi, on üç yaşındaki çocuğun diline bile alay eder gibi pelesenk oldu: ‘’Daddy/Mommy Issues”. Yeter ki entelektüel bir etiket yapıştırılsın, gerisi mühim değil. İnsanlık için elmas değerindeki psikoloji bilimi, kişisel gelişimin altı boş aforizmalarıyla iç içe geçmiş durumda. Son moda meditasyonlar da gerçek bir zihinselleştirmeye hitap etmediği sürece, sezgisel uyuşukluktan başka bir şey değil. 

Ciğerlerimizin oksijenle buluştuğu ilk andan son nefesimizi verene kadar olan süreç, birileri ve bir şeyler tarafından belirleniyor ve buna da “yaşamak” diyoruz. 

İnsan yaşamının “sahip olmak” ile anlam bulacağına dair büyük bir kandırmaca içindeyiz. Son model bir telefondan, lüks bir daireden ya da arabadan bahsetmiyorum. Bunların modası çoktan geçti. Romantik bir ilişkiye, öz güvene, kariyere, huzura, mutluluğa sahip olmak… Sistem, dizi ve filmler aracılığıyla ideal bir romantik ilişki örneği sunuyor, gözümüze sokarak içimize işliyor. İdeal örnekteki kadın/erkek olmak için giyim kuşamımızdan karakter özelliklerimize kadar her şeyimizi değiştiriyoruz. Huzur, belli kalıplara sokularak altın tepside sunuluyor. Ormanın içinde aromatik kokular eşliğinde bir bungalov ev furyasına saplanmış durumdayız. İyi bir tatil ya da küçük kaçamaklar, huzurun aranan elemanı oluyor. “Kariyer” dediğin, en az iki dili olan çeşitli eğitimlerle kendini farklı alanlarda geliştirmiş, tabiri caizse “prezantabl” kişiler için geçerlidir. Bir çilingirin kariyeri olamaz mesela. Onunkisi mecburiyettir, eğitimsizliktir. 

Ayrıca zaman kavramının unutulduğu bir dünyadayız. Hayat öyle hızlı akıyor ki, ulaşım ve iletişim araçları da bu dinamiğe yetişebilmek için hızlandırılmış hâlde. Gündem dahi, neredeyse her saat başı değişiyor. Hızlı ve nesneler üzerine kurulmuş idealist bir yaşam, gün içinde başımızı kaşıyacak zamanı da elimizden aldı. Stres topu hâline gelen bireyler, her gün düzenli olarak oradan oraya yuvarlanıyor. Onca stresi boşaltacak ve sistemin çarkında yeniden ışıl ışıl işleyecek bir dişliye gereken ise “yağlanmak”. Yığın hâline gelmiş terapiler dünyasına hoş geldiniz! Derin bir nefes alın, verin! Seansımız bitmiştir, artık işinizin başına dönebilirsiniz. Ücretimiz, maaşınızın yarısı kadar. 

Sahip olmak üzerine kurulmuş yaşamlarımızda, sistemin istediği düşünme melekesinden sıyrılmış tek tip insancıklardı. Düşünmek, verileni olduğu gibi kabullenmenin aksine sorgulamaktı. Önüne sunulmuş binlerce seçeneği hâlihazırda bir hap gibi yutmak değil aramaktı. Özentilik değil üretkenlikti. “Burada bir problem var,” diyebilmekti. Milyarlarca insanın yürüdüğü aynı yol değildi, kendi yolunu çizmekti. Kendini bilmekti. Senden kendini bilmeni istemediler, sana kim olduğunu söylediler. Sen de kabul ettin ve uyumlandın. Seni soktukları şatafatlı fanusun içinde dikte edilen her şeyi kendin sandın. Mutluluğun da sahteydi, hüznün de! Wilhelm Reich küçük adamlara seslendiği o meşhur kitabında “Kendi mutluluğunu, aydınlıktan ürken bir gece hırsızı gibi çalıyorsun,‘’ diyor. Şimdi bu satırları okumaya başladığın ilk cümleye dönmeni istiyorum. 

‘’Ölümün en büyük korku olduğuna inanan insanlıktan beklenen yaşam, ne kadarsa o kadar yaşıyoruz.’’

Ölümden duyduğun korku bile sahte! Çünkü ölmek, seni soktukları şatafatlı fanusun içinden çıkmak ve sahip olmak için verdiğin üstün gayretin üzerine biriktirdiklerini bir gün kaybedeceksin demektir. Ölmek, kendini süslü nesnelerle ve ilişkilerle tanımlayan insancıkların bölüm sonu canavarıdır. Seni ölümden korkutarak asıl otantik maceranı unutturdular: Arayış. Aramak, olduğun yerden çıkmaktır. Her adımda yenilenmek ve bilinmez kuyulara, aşılacak tepelere rağmen merakla kendine yürümektir.

İnsan, en çok kendini bilerek yaşamaktan korkar aslında. Kendine yürürken attığı adımların peşinden gelen bilinmezlik, alışılmış olanın konforundan çıktığın anlamına gelir. Bilinmez olan kaygılandırır, tütsü kokulu terapi odaları gibi rahatlık vermez. Fakat ödülü, kendine bir adım daha yaklaştıran merak duygusunu perçinlemesidir. Böyle düşe kalka yürür insan. Kaygıyla tir tir titreyerek yürür. Diğer türlüsü lay lay lom edebiyatıdır çünkü önce sana biçtikleri kefeni yırtman gerekir ki, kendine çırılçıplak bakabilesin. Arayış vadisinde yürümek, çıplak ayakla ateşin üzerinde yürümek gibidir. Öyle bir iki derin nefes ile şpagat açarak ya da fanusunun içinde kahveni yudumlarken sana senden değerli kimsenin olmadığını söyleyen bir kişisel gelişim kitabı karıştırmakla olmaz. 

Hesse’nin Siddharta’sı, Orwell’ın Winston’ı, Sartre’ın Antoine’i, Bach’ın Martı Jonathan’ı; sistemin çarkında bir dişli olmaktansa kendi davasında düşe kalka yürüme gayretindeki karakterlerdir. Ama ben Siddharta’nın, antidepresanla nirvanaya ulaştığını sanmıyorum ya da Winston’ın, Big Brother’ın yaşattığı kasveti “Kendimi seviyorum, kendimi onaylıyorum” aforizmalarıyla birkaç seansla rahatlatıp işinin başına döndüğünü düşünmüyorum. Her biri ya bir düzene karşı geldi ya da bilinmeze bir yolculuk yaptı. Arayış vadisine girebilmek için onu önce yıkmak gerekir. Devrimin eli kanlıdır, var olanı yıkmadan alınacak nefesler sunidir. Bu adımlar atılmadığı sürece de insanın arayış serüveninden bahsetmek kendini kandırmaktır. En nihayetinde mühim olan, varılan yer değil yürüdüğün yoldur. Yürüdüğün yolda bir “dava” edinmektir. 

Şimdi davasına tutkuyla bağlı son bir kışkırtıcı örnek daha vermeli: İblis. Âdem gibi tembelliğe kaçmadı o, var olan düzene tüm gücüyle isyan ederek insanlığı yoldan çıkarmak adına yemin etti. Bu yolda yaratıcısını dahi karşısına aldı. İblisin iyi veya kötü olması, kendisinden başka kimseyi ilgilendirmez. Bize gerekli olan, iblisin kendi var oluşunu kurarken gösterdiği gayrettir. 

Her insan, kendi içinde bambaşka ve muhteşem güzellikte bir evren taşır. Kendi doğumunda bir mucize, yaşamında bir festival, ölümünde ise bir devrin kapanışıdır. Bunca ihtimali tek bir renge indirgeme çabası niye? Kendini aramaktan geri durup dilsiz köleler yetiştirmek isteyen sistemin içinde kısa molalar verip yaşama kaldığın yerden devam etme ısrarı neden? 

Şimdi asıl soru: Sen muazzam bir düzende işleyen dünya sirkinde eli kanlı bir devrimle, kendi arayış serüvenini başlatmak için her fırsatta kötülediğin iblis kadar cesur musun acaba?