Yazar. Ayrıca Medyascope'ta Zeytin Dalı ve Sabun Köpüğü programlarını hazırlayıp sunuyor.

Nisan yağmurunun altında bekleşiyorlar: Anne, baba ve üç çocuk. Kadın ör ör bitiremediği saçlarını ılık yağmurun nefesine açmış. Ne kocasının yüzüne ne de genç irisi kızlarının yüzüne bakıyor.  

‘Demek İstanbul bu!’ 

 Saçlarını kayıran bir nisan yağmuru olmuş İstanbul. Saçların diplerine yürüyen bitlerinse bundan pek haberi yok. Onlar vur patlasın çal oynasın haldeler. Nerede peydahlandıklarıysa belli bile değil. 

 Onu bilmediği bir diyarda dilendiren kocasını, babalarına bu uğurda eşlik eden kızlarını, geride bıraktıklarını zihninde bitirdiğinden beri, varsa yoksa oğlu kadının. Nedense bir tek ona inanıyor. Bir tek onun gözlerine baktığı zaman utanmıyor. O gözlerde hâlâ özgür olan bir şeyler var sanki.  Oğlu bu bahar beş yaşına girdi mi? Sefaleti öğrenecek yaşa geldi mi? Ona yeni bir cennet sunabilir mi? 

 Oysa oğlu deyince bir gıcırtı sarıyor beynini kadının. Kesik uykularının düşmanı bir ses bu. Bir sürü düşmana eklenmiş en beter ses. Nicedir, bu yüzden uyuyamıyor kadın. Sığıntı haliyle ürkek uykusuna tümden hükmeder halde, uykusuz, bekliyor. Geçmişi, zihnindeki düşmanları, oğlunu ve elbette oğlundan yükselen o gıcırtıyı. Gürültü dayanılmaz olunca kollarından sarsıyor onu. Uyandırıyor. Oğlan yarı baygın, bütün çocukların uykudaki masumiyetiyle gülümsüyor annesine. Ve sonra tekrar uyku ülkesine dalıveriyor hesapsızca. Ve gıcırtı yeniden başlıyor. Kadın tekrar sarsıyor onu. Korkunun ruhuna işlemesini istemiyor oğlunun. Biliyor ki bu yaşta bir çocuk düşlerinde dişlerini gıcırdatmaya başladı mı ondan ürkeceksin.  

Ondan ve geleceğe kalacaklardan ürkeceksin. 

Böylesi çocukların korkularını dinleyeceksin. Bu korkunun nefrete dönüşebileceğini bileceksin. 

Böylesi bir yoksunluğa temkinli yaklaşacaksın.. 

Bu yoksulluğun çocuk kalbine yürüyeninden korkacaksın. Toplardan, mermilerden değil, asıl bundan korkacaksın. Bu korkunun nelere, hem de nelere alet edilebileceğinden, nelere mal olabileceğinden. 

Kadının yaşadıklarından bildiği bu. Geçmişte bıraktığı diyarından, millet ve sınır tanımaz savaş sevicilerden, bu sevicilerin insan zaaflarından ve insan çaresizliklerden beslenen cep doldurma heveslerinden. Silah tüccarlarının bitip tükenmez açlığından biliyor tüm bunları kadın. Savaşı nasıl insan kanına dönüştürdüklerini bu kan tüccarlarının. 

Bilmediği ise yorgun kalbi. İki tıklayıp, bir tıklamayan. Neye ne kadar tanıklık edeceğini hem bilmesi hem de hiç bilmemesi. 

 ‘Demek İstanbul bu!’ 

Onlara kucak açan ülkenin bolluk, bereket şehri. Bir mendile düşen bozuk paralar toplamı bir umut İstanbul. O paralarla alınan bir somun ekmek. 

 Nisan yağmuru altındaki sefaletine bakıyor kadın. İçinde bir ses boğazını sıkmaya devam ediyor: ‘Buna da şükür yaşıyorsun ya!’  

Yaşıyorsun… Yaşıyorsun… 

 Oysa acınmak değil gerçekten yaşamak istiyor kadın. Bu dünyada bir insan için yaşamak ne anlama geliyorsa onu istiyor.  

 Avurtları çökmüş yüzünü elliyor. Kemikli yüzünde gezinen yağmuru bekletiyor bir süre. Yağmur yüzünde tuza karışıyor, çoğalıyor da çoğalıyor. Sonra birden duran ve güneşe göz kırpan bir an oluyor. 

 Sonra aynı güneşten bir el, belki de apansız bastıran güneşin etkisiyle, ne zamandır beklediği metal sesini değil yoksulluğunun ve kaybedişinin ıslak yemenisine bir umut serpiştiriyor. Kafasını kaldırıyor kadın. Güneşe bakıyor. Onunla göz göze geldi. Melek bu. Bu dünyaya düşmüş, bir daha da geri dönememiş şaşkın bir melek. Biraz oğluna benziyor, biraz da kendi çocukluğuna. Ortak çocuk düşlerindeki yaz ve yazın tembelliğine göz kırpan aylak ikindi uykularına.