1966’da doğdu. İTÜ Tekstil Mühendisliği’ni bitirdi. 2000 yılına kadar tekstil sektöründe, Levis’da çalıştı. Bir yerlerde bir sorun var, diyerek New York’a gitti. Yer değiştirmekle bir şeyler kazanırken, bir şeyleri de kaybettiğini gördü. Geri döndü. Bilişim sektöründe yeniden başladı. Yolu Microsoft’tan geçti. Yine bir sorun var, dedi. Her şeyi bıraktı ve yeniden başladı. Yıl 2009 iken edebiyatla ve bahçecilikle ilgilenmeye başladı. Bu daha iyi bir yoldu. İki öykü kitabı yazdı, Ağaçlar Yanıyor (2014, Notos) ve Deniz Bize İyi Gelecek (2018, Notos). Kitap tanıtım yazıları Radikal, Cumhuriyet kitap eklerinde ve edebiyat dergilerinde yayımlandı. On yıl boyunca toprakla ilgilendi, iki bahçıvanlık sertifikası aldı ve toprağın, üretimin her şeyden zor olduğunu gördü. Şehri asla terk etmedi.

Ayrancı tarafındaki Portakal Çiçeği Sokağı’ndan az daha ileride, beş dakika yürüme mesafesindeki markette kasiyer olarak çalışan kıvırcık saçlı, hafif tombul, arkadaşlarının Lizzy diye takıldıkları kız organik lahanayı, ev yapımı bir şişe sirkeyi ve son olarak da tam buğday makarna paketinin barkodlarını okuttuktan sonra Nebile’ye dönüp “Bugün yine lahana dolması mı var Nebile Hanım?” diyecekti.

Yıllar geçiyor, Ayrancı değişiyor, Ankara değişiyor, Nebile Hanım değişiyordu. Hatta Portakal Çiçeği Sokağı 51 Numaralı Apartman yıkılmış, yerine daha yüksek bir bina dikilmiş, Nebile Hanımlar ikinci kattan üçüncü kata çıkarlarken süpürgelerin, cilaların, faraşların ve çamaşır sabunlarının durduğu küçük odanın duvarı da üstündeki delikle birlikte yerle bir olmuştu da Nebile hâlâ haftada bir gün lahana dolması sarmaktan vazgeçmemişti.

Nebile Hanım, “Lizzy’ciğim,” diyecekti. Lizzy, tabii ki kasiyer olarak çalışan kıvırcık saçlı, hafif tombul kızımızın esas ismi değildi. Edebiyat fakültesinde okurken kankası öbür üç kızın kendi aralarında taktıkları bir isimdi. Elizabeth Bennet’den. Kasa başında, ayaküstü laflamalar hariç dışarda ne bir buluşmuşlukları ne de telefonla konuşmuşlukları varken, Nebile Hanım bu lakabı nereden öğrenmişti. Lizzy bunu hiç düşünmedi. Biliyordu işte. O nasıl Nebile Hanım’ı ismiyle biliyorsa. Duvarda açtığı delikten kaçıp Selahattin Bey’le karanlık odada buluştuğunu, seviştiğini biliyorsa, öyle biliyordu herhalde. Dört yaz, beş kış geçmişti bu kasanın başında üniversiteden mezun olduktan sonra. E, her gelişinde bir iki laf atmayla ikisi de birbirini az çok tanımıştı. “Artık lahana dolmasını eskisi gibi yapmıyorum canım. İnternetten çok kolay bir yolunu buldum, o kalın kenarlarını kıvırmak için saatlerce uğraşmak, ehlileşsin diye sıcak sularda bekletmek yok” diye başladı. Derin dondurucuda beklettiğini, sonra çıkartınca kendiliğinden yumuşadığını, sonra kıymayı yaprağın içine boydan boya serip yuvarladığını, en sonunda da istediği büyüklükte kestiğini çabucak anlatacaktı. “Zaman hızlandı, dünya küçüldü cep telefonuna sığdı.”

Lizzy’nin, kıvırcık saçlı, hafif toplu kasiyer kızın müşterilerle konuşmak, her biriyle iki çene çalmak gibi bir hevesi hiç yoktu aslında, sadece Nebile Hanım’la konuşuyordu. Nebile Hanım’ın da sokakta yanına oturan herkesle konuşma huyu pek yoktu. İkisinin de akılları çaresizliklerle hayalleri arasındaki gelgitlerde dolanıyordu. O çalkantılar arasında açılabilecek bir yol, aniden ortaya çıkıverecek bir boşluk. Aradan kaçılabilecek bir kapı. Yine de Lizzy çok iyi hatırlıyordu ki ilk laf atan kendisiydi. Sırada bekleyen başka müşterinin olmadığı bir fırsatı kollamıştı. Bir süredir gelip giden bu hanım nedense aylardır dikkatini çekmişti. Yaşsızdı. Hâlâ otuzlarının ortalarında gibiydi. İri gözleri vardı. Marketten çıkıp toplantıya gidecekmiş gibi ince topuklu ayakkabıları, ayazda bile çorapsız bacakları, havalı çantaları ve Lizzy’nin hep dikkatini çeken yüzükleriyle biraz eski biraz yeni, güzel bir kadındı. Hepsinden öte başka bir şey vardı ikisini yakınlaştıran. Bir şey. Bir bakış mı, tenlerine yapışmış hüzün mü, hayal kırıklığı mı, umutsuzluk mu? Neydi. Bir şey vardı. İkisine de tanıdık gelen. Bir akşam Lizzy işten çıkmış Ayrancı sokaklarından Yenimahalle’deki evine doğru giderken o caddelerden birindeki dev panoda yanıp sönen yazıyı okumuştu. Önce Monte Kristo” yandı söndü. Sonra da hayata göz kırpar gibi bir “Hayat beklemeyecek kadar kısa” cümlesi kayarak geçti. Bir tatil köyü reklamıydı. Her harf ayrı bir renkti. Lizzy, Monte Kristo’nun Nebile’sini hatırladı. Ta kendisiydi. Peki, akikli yakutlu kocaman yüzükler takan hanımın kendisi Nebile olduğunu biliyor muydu? Bunu anlamanın en kolay yolu, diye düşündü Lizzy, ona bir soru sormak. Eve gider gitmez kitabı açtı, o öyküyü yeniden okudu. Birkaç gün sonra Nebile geldiğinde, Lizzy tüm cesaretini toplayarak döndü ve “Perdeleri nasıl yıkıyorsunuz Nebile Hanım?” diye sordu. Saçlarının sarısı gitgide açılmış, boyu omuzlarını geçmiş, mizampli yerine kırık fön yapılmıştı. Hiç şaşırmamıştı. Sanki yıllardır sorulan, duymaya alıştığı gündelik bir soruydu. Hatır sormak kadar sıradan. “Eskiden bir gece önceden deterjanlı suya bastırıyordum. Ertesi günde de üç su daha yıkıyordum. Durulama suyuna da dört kesme şeker atıyordum ki kolalı olsun diye, Lizzy’ciğim. Ama artık makinelerle her şey çok kolaylaştı. Perde için özel deterjanlar var, makinelerin özel programları var. En kötüsü biraz rengi ağardı mı, yenisini diktiriveriyorum” dedi. O, Nebile. Sonra her gelişinde konuştular. Hatta bir keresinde cep telefonundaki bir fotoğrafını gösterdi Lizzy’ye, Selahattin Bey çekmişti, fotoğraf makinesiyle değil de cep telefonundan görüntülü konuşurlarken çekilmişti. Üstünde onun hediye ettiği siyah dantel geceliği vardı, yatağın üstüne uzanmıştı. Portakal Çiçeği Sokağı 51 numaradaki karanlık oda da binayla birlikte yıkılmıştı tabii. “Artık sanal ortamlarda buluşuyoruz Lizzy’ciğim” demişti Nebile. “Bina yıkıldıktan sonra evler ufaldı, nerede öyle temizlik malzemelerini saklayacak, karanlık oda yapacak ekstra alanlar. Hoş, karanlık odaya da gerek yok artık. Selahattin de dijitale geçti.” Nebile gülerek anlatsa da, Lizzy hüzünlenmişti duyduklarından. Hüznü, değişen bir şeyin olmamasındandı.

O gün eve giderken, yattığında, ertesi gün işe gelirken hep düşünmüştü. Instagram’da bir fotoğraf paylaşmayalı iki yıl olmuştu, paylaşmaya değecek nereye gidiyordu ki. Haftada altmış saat iş, günde iki saatten on iki saat yollarda- bazen yolun bir kısmını yürüyordu, böylece rahatlıyordu, yoksa dayanamazdı- geri kalan zamanda da yemek, uyku, banyo. Pazar gününe haşatı çıkmış posası kalıyordu.

Twitter’da etkindi, evet. Atanamamaktan, müşterilerin tersliklerinden, kabalıklarından, müdürün kendi boğazı sıkılırken çalışanların boğazını sıkmasından, eve giren üç maaşla yine de hesap yapmaktan, yirmi dört yaşında hâlâ ailesiyle yaşamaya mahkûm edilmiş olmaktan, eve gece on birden önce girmek zorunda kalmaktan, kira ödeyecek gücü bulamayışından, bulacağına inancının da günbegün erimesinden, tatile çıkamamaktan, evdeki evlilik baskılarına direncinin yok sayılmasından, anne olmama (olmamayı seçme) seçeneğiyle kendi kafasında bile uzlaşamamaktan, maruz bırakılmaktan çok şeye, annesine dert anlatamamaktan, babasını üzmekten, erkek kardeşlerine verilen özgürlüğün kendisine verilmemesinden, onların bile yakasının açıklığına, eteğinin boyuna laf etmelerinden, aşksızlıktan, bir iki görüşmede tükenen heyecanlardan, becerilemeyen kişisel hedeflerden, her cümleyle tetiklenen aydınlanma pırıltılarının en geç üçüncü günde sönüp gitmesinden, retrolardan, gezegenlerin açısına umut bağlamış olmaktan… Her şeyden, her şeyden, her şeyden.

Twitter’da etkindi, evet. Söyleyeceği çok şey vardı. Boğuluyordu. Bazen hele çok sıkılıyordu. Facebook ve Instagram’a pek girmiyordu artık, ne zaman girse morali daha da bozulmuş olarak çıkıyordu. En iyisi yürümekti. Evden işe, işten eve.

Lahana dolması tarifini bitirdikten sonra Nebile Hanım “Lizzy’ciğim,” diyecekti, “cam bezi almayı unutmuşum, iki dakika bekletsem seni?” Sekerek koşacak, üçlü cam bezi setiyle hemen dönecekti. Elinde umutlu renkleriyle sarıyı, pembeyi, maviyi sallayacaktı. “Kadın ille de cam bezi istiyor, ben gazete kâğıdıyla silerdim eskiden hatırlar mısın?” diye soracaktı. Yokluğunda kocası bir gündelikçi tutmuştu da, evde işler onsuz da yürümüştü. Görmüştü. “Ben de çok takılmıyorum, gündelik işler ben olmasam da yürüyor baksana. Bıraktım her şeyi kadına. Ben sadece eksikleri alıyorum,” diyecekti. “Bir de Selahattin’le gerçek bir eve çıkabilsek. Başka ne isterim hayatta.”

Lizzy o akşam iş çıkışı yürürken, aynı zamanda ağzından çıkan nefesi izlerken bir yandan da aklı Nebile’deyken karanlık odadan sanal odaya geçmiş olmanın bir kurtuluş olup olmadığını düşündü. Özgür müydü şimdi, yoksa hâlâ sıkıştığı alandan çıkacağı günü orada burada vakit harcayarak mı bekliyordu. O gün Nebile’nin dünyayı bile gezse hâlâ o karanlık odada beklediğini anladı. Portakal Çiçeği Sokağı 51 numaradaki ev yıkılmadan önce, o gün pişireceklerini almak için sabah alışverişe çıktığında bir sokağa sapmalı, daha o anda kaybolmalıydı. Ama Nebile istememişti kaçıp kurtulmanın böylesini.

Kıvırcık saçlı, hafif tombul kız ertesi gün de kasanın başına gidecekti. Ertesi gün de. Sonraki gün de.

 

Elizabeth (Lizzy); Jane Austen, Gurur ve Önyargı, 1813.

Nebile; Nazlı Eray, Monte Kristo, 1975.