İstanbulda doğdu. Edebiyat ile yolu sekiz yaşında insan hakları üzerine yazdığı şiirlerle kesişti. Kamu kurumunda sosyolog olarak görev yapan Akdağ, toplumsal cinsiyet eşitliği alanında çalışmalar yürütmektedir. Yazdığı öyküler Varlık, Şahsiyet, Son gemi gibi dergilerde yayınlanmıştır. Mor Kalem Kadın Öyküleri kitabının editörlüğünü yürüttü.

Sıcak, sımsıcak yaz günü gölün karşı kıyısında parlayan ışıklar kımıl kımıl yanıp sönüyor, mora çalmış gökyüzünün altında biraz saydam biraz keskin izler bırakıyor. Refika’nın eli dizinin üzerinde. Eşarbı incelmiş saç tellerinden kaydı kayacak. 

“Ne çok damar var a be kızım bak şunlara, say say bitmez.”

Az önceye kadar oturdukları bankta sus pus duran annesinin sesindeki heyecanı fark edince doğruldu Hacer. Usulca tuttu kadının ellerini.

“Aman annee… E yaşlanıyon be canım, bırak da azıcık çıkıversinler açığa.” 

İçi burkuldu Hacer’in, göğsünden karnına sıcak bir şeylerin indiğini hissetti. O ellerin, pazarda leğen mi satmadı, bohçayla çeyizlikler mi ama bir gün bile kötü kokmadılar, ne güzeldin be maykom. Ah bir de o kötü olayı yaşamasaydık… 

Refika’nın yüzü gölün üstünde kayan ışıltılara dönük. Sanki bedeni suda, onlardan birini yakalamak için kulaç atıyor. “Bak te şuraya.” 

Buruşuk, siyah lekelerle dolu elini uzattı Refika. “Hıh? Nereye?”

Yanağını annesinin yanağına dayayıp tam karşıya baktı. “Şurlar ep üyle çizik çizik, nah benim eller gibi. Ababababak işte oracıkta, bir batar bir çıkarlar.”

Hacer anlam veremedi annesinin dediklerine. Ama bozmadı da onu. Zaten alışık son bir yıldır, iyileşmezmiş artık, teşhis konduğunda da kabullenemedi ki hiç. Zaten acı şeyleri insan bir türlü kabullenemiyor.  Bu kadar erken başlamayaydı unutmaları… Başını onaylarcasına salladı. 

“Ellerim büyleyse kaç yaşındayımdır ya ben?”  

Bir zamanların gök mavisi gözleri şişkin gözkapakları arasında donmuş buz parçaları gibi, bakınca eriyor, konuşunca donuyor Refika’nın. Yüzünün kıvrımlarına bir yabancılıktır yerleşmiş. Hacer derken de kızım derken de sanki bir yabancıya seslenir gibi. Hacer tıpkı bir çocuğa sayı saymasını öğretircesine sağ elinin başparmağını sol elindekilerin üstüne sırayla dokundurdu. 

“On, yirmi, otuz…”

Refika işaret parmağını Hacer’in gözüne sokarcasına birden uzattı. “Otuz be ya. Otuzum ben. Babamgil büyük yazdırmışlar iki yaş, kör olasın aga ne diye yazdırırsınız üyle. Hani otuzu bilem geçince toprak olurmuşuk ya, köydekiler üyle der, büyütmeyin ba.  Ey, süyle şunlara yazmasınlar, daha bebem var kundakta, te gitsinler nüfusa, düzeltsinler. Bakcem şimdi kimliğe ne yazıyo deyi.” 

Hacer çantasını omzuna atıp ayağa kalktı. “Hadi kalk artık gidelim, vakit geç oldu. Hem birazdan akşamcılar pırtlar kuytu köşeden. Zemzem kuyusuna işer gibi dikerler kafaya. Onlar yüzünden dışarı çıkamaz ya bütün mahalle, hadi kalk.” 

Yüzüne hiçbir duygu yansımadı Refika’nın. Aynı bungun kıpırtıyla, isteksiz, sadece geçmişe saran döngünün hareketine ayak uydurarak gözüne inen sahnelerin türlü oyunlarını izledi. Baktı ki annesinin kalkacağı yok bu defa omuzlarına sarıldı. “Anneciğim, ne çok gelirdik buraya değil mi? Ne piknikler yapardık ne eğlenceler.”  

Evet dercesine dudağının kenarındaki kıvrımlar belirginleşse de o yabancılaşan yüzüne gri gölgeler doluştu Refika’nın. Çömeldi, dizkapaklarına sarıldı. Çömelip dizkapaklarına sarılınca kimseyi, hiçbir şeyi tanımayan bir yalnızlıkla kalakaldı. Hatırlasa ne çok acı var, gelip tutacak yakasını. İyi ki hatırlamıyor. Hatırlasa oğlu bitecek usunda. Mustafam diyecek. Toprak atacaklar Mustafa’sının üstüne. Dualar okunacak. Su kenarına gömmeyin diyecek. Tek mezarlık bu hanım teyze. Gömmeyin, gömmeyin çok üşür. Feryat figan dizlerini dövecek. Gitme oğlum, vakit çok erken. Gözlerinin feneriyle aydınlatacak gömütü, bir an olsun bırakmayacak. 

Hacer başını usulca annesinin göğsüne yasladı. Az ötedeki ışık huzmesinin yansımasını izlediler. Sanki roller değişmiş, biri anne olmuş biri kızı. Zayıflıktan derisi büzüşen annesinin bileklerinden tuttu, avcunda sımsıkı kavradığı parmaklarını dilim dilim açtı.  Sessizce avuç içlerine baktı Refika. Bakarken aklını geçip giden zamana bıraktı. Aklını geçip giden zamana bırakınca geriye, çok geriye giden eğri büğrü yollar geldi gözünün önüne …  “Tası tarağı toplayıverdik, tam çıkacekkene bir kasıldım ki, kanlar içinde pıt deye çıktı kasıklarımdan.”  Ellerini dizlerine vurdu sonra. “Nah büyle bir parça idi, güzlerini bile açamazdı, yapıştırıvardım ağzını mememe. Sütüm yok, çek dedim a be Mıstafam. Allah dedirtti ya adını Mıstafa deyi, çek dedim çek ki gelsin, açım nerden gelecek süt.”  

Ellerini kasıklarına bastırdı, bir ileri bir geri sallandı.  “Ep dedim büyültmeyin deyi, otuzunda herkes ölür, gencim deyi, kör olasın aga, ne diye büyüttün de everdin, tıngır tıngır sesler, karanlık, mememde Mıstafam, un çuvalında uyuttum Mıstafamı.’

Elini yanağına dayadı, bir öne bir arkaya gitti geldi. “Tıngır tıngır sesler, al aga, azcık sen salla, süt de gelmez, al aga ne bakarsın.” 

Hacer’in gözleri doldu. Hani sıkmasa kendini, akıtacak göz yaşlarını. Ne çok dinlemişti annesinin anlattıklarını. Ama her seferinde canı acımıştı. Etrafın sesine kulak vermeden öylece oturdular. Küçük kara bir kedi dolandı ayaklarına, biraz öteye gidip çakır gözlerini dikti. Annesinin üzüntüsünü sırf dağıtmak için konuyu değiştirdi. 

“Yazları sabah erkenden yüzmeye gelirdik. Abim, sen, ben. Hatırlıyorsun değil mi?” 

Kollarını kundak gibi yapıp mırıldandı Refika. “Sus be sus, şişşşt.” Eşarbı başından kayarak vatkalı omzuna iniverdi. “Oy baban bile göremedi seni e yavru, ee eee eeee, askerde telef ettiler tüfekle, tek başına doğurdum, kör olası aga neye getirdin bizi Razgart’tan burlara, ee eee eee…”  Kollarındaki hayali kundağı hiç bozmadan Hacer’e uzattı. Hacer şaşkınlıkla donup kaldı. Sesini annesine duyuramadı bile. Sadece hatırlasın istedi güzel birkaç anıyı. Hatırlamak ne, seyrelmiş kirpiklerinin arasında rastgele fırlatılmış bilyeler gibi bakıyordu annesinin gözleri. 

“Aman be anne, o güzelim oğlanına, yiğit pehlivanına n’oldu sonra? Öyle başına buyruk, varsa yoksa arkadaşları. Annesine baktığında yüzünde tuhaf bir gülümseme gördü. Şaşırdı. Tabii, aklımdan geçenleri bilmediğinden gülümsersin, ne de olsa gâvurun oğlu, doğru düzgün ne dostu olmuş ne arkadaşı. Buralar yaramadı ona, yaramadı… İş yok güç yok, sonra bakkalın oğlu Ramazan da peşine takılmış.  Aynasız Ramazan. Onun yüzünden değil mi bütün bunlar?  Ah o gün, o lanet olası gün onunla gitmeseydi. O gün, o lanet olası gün onunla gitmeseydi evde olacaktı Mustafan ama düştü ardına Ramazan’ın. ‘Gitme yavrım’ dedin kıymetli oğluna.  Gitme, vakit geç, ne işin var o başıbozukla?  Dinlemedi dik kafalı, sırt çantasına gizlice attığı birkaç şişeyle bastı gitti. O gece bir başına dönmüş Ramazan, sağa sola yalpalayarak. Sürüne sürüne dolandığı sokakların birinde sızıp kalmış.  Kuşluk vakti köylüler tarafından zorlukla uyandırılmış. Bir de bunları marifetmiş gibi anlatmamış mıydı kahveciye?  Mustafa nerde?  diye sormuşlar. Ağzından tek kelime çıkabilmiş. Gitti, demiş. Ah Ramazan, ah…”

Refika çantasını koluna taktı… Ağzında manasız birkaç söz. Kalktı, oturdu, tekrar kalktı, çantanın kulpunu sıktı, büktü, vazgeçip bıraktı sonra. Hacer bir an ne yapacağını bilemedi. Refika anladı ki zaman birbirine dolanmış bakır teller gibi beynine dokunuyor da bir ileri bir geri sarıp duruyor.

“Çok yüzerdiniz burlarda.  Küçüktünüz daha, çok yüzerdiniz…”  Başını usulca öne eğdi. “Kaç defa dedim, orası tehlikeli, gitme oğlum.” Orası tehlikeli, gitme oğlum dedi demesine de oğluna söz geçiremedi. Mustafa akşamları fırsatını buldukça soluğu hep deniz kenarında aldı, içten içe iyice tütsülenerek eve gelir oldu ama o gece, o lanet gece eve dönmeyince sokaklara döküldü, her yerde Mustafa’yı aradı. Yok, yok ne bilen vardı ne de gören. 

O felaket gecenin sabahı Refika kendinden geçmiş yatarken Hacer elbet biri biliyordur, biri anlatır diye soluğu Ramazan’ın çalıştığı kahvede aldı. Yoktu Ramazan. Kahvecinin yüzü düştü onu görünce. Kuşkulandı Hacer. Adam gözlerini kaçırınca bilip de sakladığını anladı.  Umutsuzca: “Anlat emmi, hadi anlat gece neler olmuş?” Kahveci, sustu öyle bir zaman. Sonra dayanamadığından çözülüverdi. 

“Kumlara bata çıka gölün karanlığına yürümüş, öyle dedi Ramazan. Yatağa uzanır gibi bırakıvermiş kendini suya. Bak ben onun yalancısıyım. Onu da çağırmış, ‘Gelsene lan demiş, ne korkuyorsun.’ Önce aldırmamış bizimki. Ama sonra kendisini de zorla suya sokar diye üç buçuk atmış. Bu yüzden de arkasına bile bakmayıp kaçmış. Kaçarken düşmüş, kalkmış, düşmüş, sürünmüş, sürüne sürüne uzaklaşmış. Ne yapsaymış ki, kalsa onu da zorla sokacak, ikisi de sarhoş, kaçmasın da n’apsın? Sabaha karşı da balıkçı ağlarına takılmış Mustafa’nın şişmiş vücudu.” Başını iki yana salladı.  “Öyle kötü, öyle kötüymüş ki peynir kesiğine dönen etini balıklar didiklemiş, taşlar eşelemiş resmen.”

Işıklar suyun üstünde yanıp söndü, ince şeritler halinde birbirine geçti. Gözleri kamaştı Refika’nın, yüzünü çevirip gerisin geri adım attı. O esnada kıyıya yaklaşan karanlıktan doğma, ay bozuğu bir balıkçı teknesinin acılı sesi yalı boyundaki bütün ışıkları yarıp geçti. 

“Burası neresi, niye geldik?”

“Burası deniz kenarı anne.”

“Anne mi? Ne annesi, ben senin annen değilim ki…”

Hacer Refika’nın elini avuçlarının arasına alıp sımsıkı tuttu. El ele yürüdüler.