Bozdoğan Kemeri, Pantokrator Manastır Kilisesi (Zeyrek Cami) ve Fatih Cami’nin gölgelerinin düştüğü Fatih’te, tarihî bir semtte hayata "Merhaba," demiş. Sonra Kız Kulesi'nin üzerinde çığlık çığlığa uçuşan martılarla sohbet ederek ve o martıları bulutlarla konuşturarak büyüdü Üsküdar’da.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Avukatlık ve son yıllarda arabuluculuk yapıyor. Yıllar geçtikçe ve insana dair olanı gördükçe “HİKÂYE”den bir hayatta yaşadığımızı anladı. Bu “hikâyeden hayatın”, kendince hikâyesini yazmayı seviyor.

“Her doğum gününde kaçıyorsun, ama bu sefer kaçış yok. Kırk yaş kutlaması için New York’un en havalı gece kulübü Marquee ‘de parti yapacağız. Her şeyi ayarladık. Hediyen öyle büyük ki, inanamazsın!” dedi, Stephan kapıdan kafasını uzatıp. Elini dudaklarına götürüp “Şirket ortaklığın kutlanacak, bro,” dedi.

Her öğle tatilinde olduğu gibi şirketin havuzunda yüzerken “Amerikalılar sever böyle kutlamaları,” diye düşündü. O da alışmıştı, hatta seviyordu gece kulüplerindeki çılgın partilerde eğlenmeyi. Şirket, ortaklık işini belli ki doğum gününe denk getirerek rakiplerine mesaj vermeyi planlamıştı.

 Çalışkandı Ali Mert. Hırsı, çalışkanlığını perçinleyince başarı, güç, paranın ülkesine tam ve gerçek bir uyum sağlamıştı neredeyse.

“Ne? Delirdin mi sen?” Stephan masasından fırlamış, iki adımda kapıda duran Ali Mert’in yanına varmıştı. Gözleri kocaman, ablak suratı kıpkırmızı olmuştu.

“Evet, doğum günüm benim için özel! Bitti!”

Stephan odada oradan oraya atıp durdu kendini bir müddet.

“Sen delirdin mi Ali Mert! Bu, kariyerin için nasıl bir fırsat, anlamıyor musun? Ortaklığın kutlanacak, şirket dışından birçok misafir davet edildi. Basına partinin görüntüleri verilecek. Bunlar için kaç gündür uğraşıyorum. Sen aklını mı kaçırdın, şaka mı yapıyorsun?” 

“Her doğum günümde olduğu gibi yine İstanbul’da olacağım. Teknolojiyi kullan Stephan, çözüm üret, panik yok,” dedi.

“Ah siz Amerikalılar, size uyum sağlayınca siz gibi olduk sanmaktan bir türlü vazgeçmiyorsunuz. Fuck your business!” diye söylene söylene kahvesini alıp odasına geçti. Sabah Nairobi’ ye uçacaktı. Uluslararası Klinik Mikrobiyoloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Kongresi’ne konuşmacı olarak davet edilmişti. Pandemide uygulanan aşıların insan geni üzerindeki etkileri konusunda yapacağı sunumu hazırlamaya koyuldu. 

Bu sabah Nairobi ‘den gelen uçak, kuleden bir türlü iniş izni gelmeyince İstanbul semalarında dolandı durdu. Uçağa binmeden önce Gülsüm’den pişirmesini istediği ekmeklerin kokusu geldi burnuna. Acıkmıştı. Alnını cama dayadı. Bir süre üzerinde uçup durdukları ve gittikçe uzayan kırmızı ve sarı ışık şeritleri seyretti.

“Al işte tam sabah trafiğine yakalandık!” diye söylenirken, uçak ani bir manevra ile burnunu aşağı verip havalimanına doğru yöneldi. Silkelenerek piste indi, sarsılarak birkaç tur atıp durdu. Uçaktan inerken önce şoförünü, sonra Süleyman’ı aradı.

“Mis gibi ekmek kokusu geldi burnuma. Hadi kalk lan tembel herif, çayı demle,” dedi, yüksek perdeden, sıcacık sesiyle. 

Süleyman, her sabah olduğu gibi uykusu açılmadan- yatağı soğumadan, sabah namazının iki rekât farzını kılıp tekrar girdiği sıcak yatağından fırladı.

“Tamam tamam, kalktım.” 

Gülsüm ayakkabılarını giyip tam kapıdan çıkacakken, “Süleyman Paşa! Ali Mert gelecek, çayı da demledim, kahvaltılıkları çıkarıver dolaptan,” diye seslendi kocasına. Ali Mert’le Gülsüm bahçe kapısında karşılaştı. Ali Mert telaşla yola fırlayıp, kanarya sesi çıkardığı o meşhur ıslığını sokağın uğultulu sessizliğine bıraktı. Yavaşça ilerlemekte olan araba geri döndü. Gülsüm bindi. Beykoz sırtlarındaki Kuğulu Göl Konakları’nın kapısında indi. Mantosunu çıkarıp, sıcacık mutfakta kendisine bir sabah kahvesi yaptı. Keyifle içti. Çantasından telefonunu çıkarıp saate baktı. “Neredeyse bir saat fark etti,” diye düşündü. Yılların içinde istiflediği yılgınlığı bir kenara koyup Beyefendi’nin kahvaltısını hazırlamaya koyuldu.  

Süleyman sobaya attığı odunlar tutuşup harlanınca, ocaktaki demliği üzerine koydu. Ali Mert ellerini yıkayıp, Gülsüm’ün soğumasın diye sofra bezine sardığı ekmeği öpe koklaya dilimledi. “Vay kardeşim ekmeğe bak, Gülsüm’de tam annesinin elinin lezzeti var valla, şanslı köpeksin lan, kıymet bilmez adamın da tekisin,” dedi. Sobanın üzerine koyduğu sahanda önce köyden gelen tereyağını eritti, üzerine eve girmeden bahçedeki tavukların altından topladığı yumurtaları kırdı. Evin içine yayılan kokuyu göğsünü şişirerek alabildiğince içine çekti birkaç kere. “Oh be!” dedi, derinden.

“Kimse senin gibi pişiremiyor ulan bu yumurtayı Ali Mert,”dedi, Süleyman. 

“Senin elinden soba yakmak ve çay demlemekten başka bir şey gelmeyince, tabii sahanda yumurta pişirme konusunda ben uzmanlaştım. Köyün tereyağı, bahçenin bıngıldak kızları ve tabii şu hünerli ellerimin katkılarıyla,” dedi. Çok güzel gülerdi Ali Mert, gamzelerini göme göme. Üzerindeki kazağı, gömleği çıkartıp atletle çöktü masaya. “Harlamışsın sobayı dibine kadar melt oldum.” 

Süleyman yutkundu. Boynundaki Âdem elması yukarı doğru çıktı, indi. Yüzü karardı. Kelimelerini dikkatlice seçip, “Senin yanında başarılı olmak mümkün mü? Sen her şeyde başarılısın, birincisin, en büyük Ali Mert!” dedi. Yüzündeki karartıyı gizleyemeyen büyük bir gülümseme ile sandalyesinden kaykılarak cilası yer yer dökülmüş eski komodinin çekmecesinden aldığı kutunun içindeki misketleri masanın üzerine döktü.  

“Misketlerin,” dedi. “İmtihanlardan yüksek notlar alınca babanın verdiği harçlıklarla aldığın, benim de senden üttüğüm. Ulan Ali Mert, bunların içinde ütüldüğünde ağladıkların, geri ver diye yalvardıkların var, bul bakalım onları, hafızan yerinde mi görelim,” dedi. Ali Mert misketlere tek tek dokundu, yedi tanesini avucunun içine koydu.

“Sat bana bunları,” dedi.

Süleyman misketleri toplayıp kutunun kapağını sıkıca kapadı ve mahallede olan bitenleri anlatmaya koyuldu. Zaten hepi topu yedi hane kalmıştı sokakta. Ali Mert, “Hasan’a başsağlığına gidelim akşam üstü, Nadire teyzenin çok emeği var üzerimde,” dedi. Gözleri kapanmaya başlamıştı. 

“Bu saat farkına bir türlü alışamadım yıllardır,” dedi. Koltuğa uzanıp, dalıp gitti. Süleyman, Ali Mert’in üzerine battaniye örttü. Küçük kızını uyandırdı, giydirip sokağın köşesindeki anneannesine bıraktı. Tıklım tıkış gelen minibüslerden birine binip babasından kalan eskici dükkânına gitti. Siftah olsun diye Ali Mert’e sattığı bir tek misketin parasını çekmecesine attı. 

Ali Mert öğlene doğru uyandı, sokağa gölgesi düşen My Sky adlı otuz iki katlı gökdelene doğru yürüdü. Gökdelenin kapısında bekleyen şoförüne sipariş listesini uzattı. Hiçbir uçak yolculuğu otuz ikinci kattaki evine çıkmak için bindiği asansörde geçen zaman kadar uzun ve yorucu gelmiyordu. Bu aslında iki hayatı arasındaki yolculuktu. 

Duş alıp sokağa bakan camın önündeki koltuğa yerleşti. Bir müddet gökdelenlerin arasında birbirine yaslanmış ve yaşlanmış gecekonduların olduğu sokağı seyretti. New York’ta sabah beş sularıydı. Asansörde üzerine çöken ağırlığa yenilmeden önce Stephan’ı aradı. 

“Uyan artık, öğlen oldu, anlat bakalım nasıl çözdün parti meselesini?” Stephan küfür edip telefonu yüzüne kapattı. Bir iki dakikaya kalmadı, bir mesaj geldi telefonuna.

“Saat 11.00 PM’de Skype’ta ol hıyar herif! Partinin maliyetini sana yükledik, ilk ortaklık gelirinden düşülecek. Mutlu yaşlar.” 

Süleyman’ın babası Emin Amca, “Eskici- nayloncu” diye bağırıyordu kulağının dibinde. Babasının beline sıkı sıkı sarılmıştı. Motosikletin uğultusu, küçücük selesine tünemiş annesinin arkadan bedenini sarmalayan ince, ama güçlü kolları. Burun deliklerinden genzine inen kömür dumanının rahatsız edici kokusu. Yolun kenarındaki bostanda mahallenin çocuklarının elleriyle kazarak açtıkları misket çukurlarında Süleyman’ın üttüğü cam misketlerin üzerindeki zamanın sonsuzluğunu sınırlayan bu gökdelenin otuz ikinci katının misafiriydiler.

Uzanıp büyük cam sehpanın üzerinden kumandayı aldı. Duvarı kaplayan televizyonu açtı. Saat farkı, biyolojik saat, jetlag falan filan… 

Derin bir uykuya dalıp gitti.