1979’da İstanbul’da doğdu. Kadıköy Kız Lisesi mezunu. Akademi İstanbul’daki eğitiminin ardından iş hayatına, McCann Erickson Reklam Ajansı’nda yönetici asistanlığı yaparak başladı. Yazma isteği ağır basınca, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde reklam yazarlığı alanında eğitimlere katılarak, kreatif ekibe geçti.  2007-2010 yılları arasında McCann Erickson’da sürdürdüğü reklam yazarlığı işine, Sosyal Medya İletişim Danışmanlığı’nı da ekleyerek mesleğine freelancer olarak devam etti.    

Yazı ve öyküleri, Trendsetter, İzedebiyat, Eşik Cini gibi basılı kaynaklarda, Hürriyet Agora, altZine ve Avlaremoz gibi elektronik edebiyat dergilerinde yayımlanan Ömür İsfendiyaroğlu Balkanlı, İstanbul’da yaşamaya ve yazmaya devam ediyor.  

 

Elin sudan hiç çıkmadı bugün. Önce akşamdan kalan bulaşıkları yıkadın. Çabucak bitiriveririm diye düşündün ama olmadı. İyice kurumuş, yapışmış artıklar. Çaydanlıktaki su yetmedi. İkinciyi kaynattın. Tüpün başında dikildiğini gören annen “Elin değmişken bize de çay demle” dedi. Demledin. Bir lokma ekmek, bir iki zeytin attın ağzına. Zeytinlerin karası avucuna çıkmadan, kahvaltını bitirdin. Daha kimse sofrayı topla demeden hepsini hallettin. Pencerede örtüyü çırparken okula giden çocukları gözledin. Bir tanesinin kırmızı çantası hoşuna gitti. Diğerinin beyaz kurdelesi. Arkada kalan kızın biri terlikleriyle gidiyordu. Olsun, gidiyor ya okula ya deyip iç çektin. “Kız ne dikiliyorsun orada, koca mı bakıyorsun kendine” dedi annen. Pencereyi kapatıp içeri girdin. Yorganları katladın. Döşekleri topladın. Hepsini yüklüğe kaldırdın. Dün pazardan aldığınız zerzevatı, ne var ne yok önüne yığdın. Önce patatesleri soydun bir bir, soğanları sona bıraktın. Soğan soymayı sevmezsin ki sen? Çorba iyice fokurdayınca tüpü azıcık kıstın. Aman taşmasın. Kapı tıkladı duymadın. “Fatma sağır mısın kız” diye bağırdı annen. Koşup açtın. Gelen yan komşu, adı neydi hatırlamıyorsun. Şimdi sorsa, bilmiyorum desen, azarı yersin. “Hani baban bahsetmişti ya, bir oğulları varmış Alamanya’da. Yakında gelecekmiş, temelli dönecekmiş memlekete. Oradaki dönerci işi pek tutmamış. Burada lokanta açacakmış. Hem de mahallede. Esnaf şeysi. Hani çeşit çeşit yemeklerin olduğu. Etlisi, ciğerlisi ne ararsan var. Çorbadan başla, tatlıyla bitir. Önce sıraya girip seyirlik izliyorsun. Hem de bedavadan. Arkasından canın ne çekerse bir bir hepsini alıyorsun. İyi para var bak bu işte. En az üç çeşit alır bak adamlar, garanti. Hiç değilse bir tas sıcak çorba. Sürümden kazanır. Allah bereket versin. “Hah şimdi hatırladın. Safiye. Annen kapıda şakıyarak karşılıyor onu. “Oy Safiyem, canım Safiyem. Kahveyi şekerli mi içersin, sade mi seversin?” Ballı börek, can ciğer kuzu sarması. Sanırsın ezelden beri, ahbaplar. Oysa bir ay bile olmadı kadın mahalleye taşınalı. Madem oğlu matah bir şey ne işi var o zaman bizim Atgeçmez Sokağı’nda? Hem kadının arkasından söylenmedik laf da bırakmadılar. “Kocası sahiden ölmüş mü? Dul muymuş? Yoksa yollu muymuş?” Daha neler neler duydu bu kulaklar. Baban oğlandan bir iki defa bahsedince, annen mühürledi, hem komşuların hem kendi ağzını. “Bu sene söz, nişan… Seneye, bilemedin, öbür sene, koca bir düğün yaparız. Azıcık mangır yap da sen hele kenara atalım.  Ek iş olacak diyordun, Mahmutların grupta kemancı eksik diyordun. Ne oldu, ses çıkmadı mı ondan?” Baban o gün pek konuşmadı. Annenin lafı bitmeden, sigarasını yakıp kahveye çıktı. Annene ne olduysa, işler biter bitmez, hemen o gün, seni everiyor gibi telaşlı. Her zaman iş buyururdu da o gün daha bir alevli lafları. Yemeği ocağa koydun mu? Ali’nin sütünü verdin mi? Hava güzel halıları da çıkarıp yıkayalım bugün, birkaç güne kuruyuverir. Safiye’ye de sorarız. Onların da halısı, kilimi varsa yıkayıverirsin. Azıcık gözüne gir kaynananın. 

Ne halısı, ne kaynanası?  Ben daha geçen ay on üç oldum demedin. Buzdolabının kapağından yarım kalmış sütü aldın. Kesik kartonun ucundan cezveye doldurdun. Ne kadar sakınsan da sütün birazı tezgâha döküldü. Orada duran bezle silip tüpün başına geçtin. Sabahki kadar harlı yanmadı tüpün alevi. Azıcık sağa sola eğip içeri seslendin. “Anne, kız… Tüp bitiyor.”  Ali’yi doyurup çıkarsın, hem tüpü söyle hem de fırından ekmek al.” Anneni duyup başını salladın. Seni görmese de gideceğini bilir. Serçeparmağını cezvenin içine daldırıp baktın. “Askıya bıraktılarsa ondan al bak unutma.” diye yüksek sesle devam etti.  Annen konuşurken, süt iyice ısınmış. Ali’nin içebileceği sıcaklığı geçmiş, kutuda kalanı ekleyip ılıştırdın. Ali’yi doyurdun. Yerine oturttun. Önüne bir iki renkli plastik küp koydun. Renkleri solmuş olsa da seviyor Ali bunları, bir küçük arabası bir de bunlar, uykusu gelene kadar oyalanıyor. Ali’yi olduğu yerde gülücükleriyle bıraktın. Üstündeki penye iyi, yatağın üzerinde duran eteği giyiverdin. Çoraplarını değiştirip kapının önünde duran terliklerini geçirdin ayağına. Azıcık büyük ama olsun. Bunlarla rahat ediyorsun. “Ben çıktım” diye annene seslendin. Çıktım değil, çıkıyorum. Aman ne fark eder, duydu ya seni. Sen ona şükret. Girişte duran kâseden biraz para aldın. Askıda yoksa, bu bozukluklardan verirsin. Dışarı adımını atıp kapıyı kendine doğru çektin. İlk çekişte kapandı. Eminsin. 

Sokaktasın. Okula gitmeyen çocuklar var sokakta, elinde bir parça ekmek dolanan, annesinin eteğinin dibinde, kaldırımda oturan. Birkaç komşuyla merhabalaşıp yoluna devam ettin. Top peşinde koşan, üçerli beşerli maç yapan çocuklardan birinin plastik topu hızla çarpacak gibi oldu. Önce yavaşlayıp duracak gibi oldun, sonra devam ettin. Pas pas pas diye bağıran erkek çocukların, saydırdığı küfürlerin hemen yanından hızlanarak geçtin. Onca bağrış çağırış, gürültünün ardından çarşıya kadar, bir süre kimseyi görmedin. Doğup büyüdüğün mahallenin alıştığın sokaklarından, içinde kim var kim yok bildiğin evlerin önünden yürüdün. Demir parmaklıklı pencerelerin önünde, plastik saksılar, bırakılan yastıklar, bazen de oyuncak bebekler gördün. Yeni yıkanmadığını tahmin ettiğin, çamaşırların altlarından, yanlarından geçtin. Yürüdükçe eteğinin havalanışını ne kadar sevdiysen, terliğinden çıkan sesi bir o kadar sevmedin. Köşedeki eski eşya satan dükkânının vitrinine baktın. Dükkân kapalı, bu saatte açılmamış. Eski koltukların, yan yana dizili süslü vazoların arasından kendi yansımanı buldun. Kısa beyaz çorapların, eteğin, rahat ettiğin terliklerin… Cama biraz daha yaklaşıp lastik tokanı çıkardın. Sağ elinle ensenden yukarı saçlarını dağıttın. Bir de sol yana savurup kendine baktın. Sana bakan bir tek sen misin? Be salak, ya biri seni gördüyse… İzlediyse uzaktan sessiz. Utandın. Ne arkana, ne sağına soluna bakmaya cesaretin olmadı. Terliklerinin izin verdiği kadar hızlandırdın adımlarını. 

Çarşının kalabalığına girince tedirginliğin azıcık geçti. Dükkânın camında gördüğün, güzel saçlı kızı düşünmedin. Öğleden sonra yıkanacak halıyı. Ne anneni ne de dilinden düşürmediği evlilik meselesini. Sahi adı neydi, Safiye Hanım’ın oğlunun? Gözünün önüne esmer, uzunca bir çocuk geldi. Azıcık çelimsiz. Yeni terlemeye başlamış bıyıklarını görünce gözünü yumuverdin. Aman be! Ne kapatıyorsun gözlerini. Sen çocuğu hiç görmedin ki, nereden biliyorsun, böyle esmer olduğunu? Hem niye gülüyorsun şimdi, kime? Kime olacak hayalindeki herife. Lokanta açacaksa açacak mahallede, sana ne! İşin olmaz senin herifle merifle!

Fırının önündesin. Sıcak ekmek kokusunu içine çekip askıda olanlardan istedin. “Üç tane…”  Plastik poşeti bileğine takıp çıktın fırından. İçerde kalan kokuyla da sıcak ekmeklerle de işin yok. Şimdi ne yapacaksın? Düşündün, aklına gelmedi. Ne alacaktın, ne yapacaktın? 

Bez mi, mama mı? Halı için arap sabunu… Yok, hiçbiri değil. Azıcık yürüsen belki hatırlarsın. Yürüdün. Çok geçmeden durdun. İnci Tuhafiye’nin önünde. Aklına bir şey geldiğinden değil. Çarşının köşesindeki bu dükkânı sevdiğinden… Vitrinde gördüğün rengârenk ipler, yünler, kurdeleler. İçeri girdiğinde ne olduğunu anlamadığın şeyler, hepsi hoşuna gidiyor. Vitrinin önünde biraz dikilip içeride buldun kendini. Kutu kutu yerleştirilmiş düğmeleri, gözünle hiç dokunmadan izledin bir süre. Sonra yan yana dizili kurdeleler, tezgâhın üzerinde küçük kutulara bölünmüş, parlak çıtçıtlar, çengelli iğneler… Bileğine dolanmış plastik poşetinle, tezgâhın hemen önünde ne kadar dikildin? Dükkân sahibinin, ne istemiştiniz sorusunu cevapsız bırakmamak için, kapıya yakın tarafta duran renkli kolonyaların yanına doğru ilerledin. Rengârenk plastik üçgen poşetlerin içine daldırıp elini birkaç tanesini kendine seçtin. Her renkten bir tane… Kırmızı, yeşil, mavi, sarı. Paran çıkışmayınca kırmızı olanı alıp diğerlerini, oldukları kavanoza gerisingeri bırakıverdin. Bir tek kırmızının parasını verip çıktın dükkândan. Unuttuğun da aklına geldi hemen. Tüpçüye uğrayıp “Bize küçük tüp bırakın” diyecektin. “Acelesi yok ama yarına kalmasın.” Sana denilenleri, hatta denilmeyenleri de yaptın. İşin kalmadı sokakla, çarşıyla. Bir elinde poşet, bir elinde kolonyan. Evine gidiyorsun işte. Sonra aniden bir ağrı saplandı karnına. Anlamadın. Bir kramp, bir tane daha. Dayanılmayacak bir şey değil de tuhaf bir his. Sonra ılık ılık bir şey aktı sanki, apış arandan bacaklarına. Çarşıda oyalanmanın cezası mı bu? Çok gülme ağlarsın gibi bir şey. Ağrıyı düşünme. Evdekileri düşün… Ali’nin uykusu gelmiş, annen halılarına bakıp bakıp dellenmiştir. Azar işitmek, hele ki ağlamak istemezsin. Terliklerinin çıkardığı sese aldırmadan sıklaştırdın adımlarını. Kapı önlerinde hâlâ oturanlar, top peşinde koşturanlar var. Kimseyi gözün görmüyor. Arkandan seslenen komşuyu duysan da dönmüyorsun, acelen var. Kapıyı açtın. Poşeti girişe astın. Tuvalete koştun. Arkandan kilitledin kapıyı. Eteğini sıyırıp çömelince gördün… Her yer kırmızı. Ay hali. Ayşe de oldu biliyorsun. Korkmadın.  Maşrapayı doldurdun. Etrafı akladın. Annenin yatak odasından bir iki parça bezi alıp yine döndün tuvalete. Annenin sesi geldi, kilitli kapının ötesinden; “Kız kaç saattir ne yapıyorsun helada?” Eteğini beyaz sabunla çitileyip leğene bastırdın. Lekesi neredeyse çıktı, durulayıp asarsın. İşin bitti. Elini yıkadın. Çıktın. Kendini çekyatın üzerine bıraktın. 

Minik, üçgen kolonyanı alıp avucuna sakladın. Annen yanına kadar gelip “Ne duruyorsun, halılar süpürülecek” dedi: aldırmadın. Olduğun yerde iyice uzanıp avuçlarını sıktın iyice. Patlayan plastik poşet, avucuna, oradan bileğine inen, ıslaklık. Soğuk ama ferah da değil. Odanın içini kaplayan baharatlı bir esans kokusu… Üzerine çöken ağırlık.

“Kız, kime diyorum ben, süpür de yıkayalım artık şu halıları!”

Sesin çıkmadı. Yoruldun. Elin, sudan hiç çıkmadı bugün.