Ayşe Sazak

Şark Çıbanı

İstanbul'da doğdu.
Gazetecilik eğitimi aldı.
Gazete ve dergilerde çalıştı.
Deniz gönüllüsü ve suların, sellerin, okumanın-yazmanın öğrencisi...

Bütün bunlar yüzünü yıkamak için lavaboya eğilmişken zihnine üşüşüyordu. Yeni uyanmıştı. Uyuşuk kış sabahında uykusu açılsın diye, el yordamıyla her sabahın olmazsa olmazı radyosundan yayılan müzik sesiyle banyoda almıştı soluğu. Birbirinden güzel müzikler çalardı radyosu o saatlerde onun için.

Su şırıl şırıl akıyor, sıcağa yakın ılıklığı parmaklarından başlayarak gerilmiş yüz kaslarını gevşetiyor, içine ferahlık akıtıyordu.

Tın tın tın, lavabo seramiğindeki yankılı metalik sesi şırıltının arasında duydu, dinledi. Kıpkızıl saçlı baş ona bakıyordu. Upuzun örgüsünün ucuna bağlanmış biri minik, diğeri ince uzun siyah, kulplu anahtarlar tınlıyordu usulca. Kendi müziklerini tutturmuş gibiydiler adeta…

Beynindeki hikâyesi lavaboda canlanıyor, akan suyun şırıltısında hayat buluyordu.

Kenarı ipek oyalı, narin beyaz örtüsüyle kızıl saçların çevrelediği yüze çevirdi ıslak bakışlarını. Geniş beyaz lavabonun biri bir yanında, diğeri bir yanında, birbirleriyle konuşuyor gibi yüz yüzeydiler şimdi. Doğrulmadan, ama sudan da kopmadan.

Zelha anneydi o. Kapkara sürmeli gözleriyle derinlerden ışıklarını gönderdi önce, bir yaşayan canlınınkinden çok, çoktan başka dünyalara göçmüş birinin göz çukurlarından çıkıp geliyordu nazarlar adeta, kara kara, kapkara … 

 

Su damlacıklarıyla parıldamış kırışık tendeki mor-yeşil dövmeler gözlerin koyu çukurluğuyla yarışıyor gibiydi. Alt dudağındaki ünleme benzeyen ince uzun desen, eti boşalmış ağzın tam ortasına, alt bitim noktasına kadar sakınmadan uzanıyordu. Üstten üstten göz kırpan altın dişe kenar süsü olmuş gibiydi sanki.

Yanağındaki çintemani ise, değme gitsindi. Eskimişliğin görkemli değeriydi. Upuzun kızıl saçın da örgünün de, ucuna bağlı anahtarların da, derin gözlerin de şahmaranıydı. Tene işlenmiş olan mor-yeşil mühür, bir böcek ısırığından vücut bulan çıbanın ızdırabının sonunda ulaştığı iyileşmeydi, görkemiydi, ulusuydu.

Onu o yapan, Zelha sihrinin simgesiydi.

Beyaz yaşmak salınıyor, damlalar pıtır pıtır süzülüyor, altın diş parıldıyor, dövmeli dudak sirkatin söylüyordu adeta: “Evlenemeyeceksin, evlensen de çocuğun olmayacak, olsa da hayırsız olacak, sen de hiç gün yüzü görmeyeceksin”. 

Bu Zelha az daha kayın anası olacaktı. Evlenselerdi Boran’la. 

Doğduğu toprakların koyuluğuyla, güneşin kızıllığı karışmış teni, yeşil gözleriyle ağırbaşlı tanışıklıklarının hızlı, yıldırım vurulmasıydı yaşadıkları. Sonrası ucu başı belli olmayan, bir var-bir yok birliktelikti. 

Başını, açık unuttuğu akmaya usanmadan devam eden suya eğdi, suyun dönenen girdabında uzaklıklar yol yol akıyordu önünde. Zelha anne de öteki uçta onu göz ucuyla seyrediyor, o ne yapıyorsa aynını yapıyordu.

Bir tek fark sessizce girdapta beliren aşkının hikâyesini izlemekti, ki Zelha varsın konuşsundu. 

Üniversite okuduğu şehirdi daha çok kavuştukları yer. Kendi şehrinden ayrı, boz tenli Boran’ınkinden ise mevsimler kadar uzak. 

Bir kırık dökük coşku olurdu hasretlik buluşmalarının her seferinde. Yersizliğin yurtsuzluğun eksilttiği, bir türlü yakınlaşamamaktı dertleri. Ortalık yerler için için yanan mahrem tutuşmaları başlamadan söndürür közlerdi. İkilem alırdı yerini acımasızca.

 

Yoksul mahalle akrabalarındaki birlikteliklerse bol rakılı, dumanlı, Ahmet Kaya’lı ve Ahmet Arif’li esrik, bulaşık yıkamalı geçerdi kalabalık masalarda. 

Birbirlerinin olduklarını bilirlerdi bilmesine de yarının ve daha sonrasının ne olacağını bilmezlerdi. 

Derin ruhlu sevdiceği dönmesin isterdi kaldığı kız yurduna, boz tenli. Yarınki sunuma hazırlanmasın. Uyuyacaksa yanı başında uyusun. 

O da yurt müdiresine telefon ederdi yan odadaki üstü dantel örtülü siyah telefondan. Daha cep telefonlarının varlığı bile bilinmez zamanlardı.

Enine boyuna iricenin hallicesi, evlenememiş ama yurt müdiresi olmuş, siyah lüleli saçlı, çiçek bozuğu tenli, erkek yüzlü, yumuk gözlü kadın izin vermezdi. Hüzünle bakışlarını yere indirip dumanlı odaya döner, elindekileri toparlar, gözleriyle mantosunu aranırken masa ayaklanır, geçirme faslı “bir dahaki sefere” diyerek sıra sektirmeden vedalaşma kaçınılmaz olurdu. 

Anason kokusu, birbirinin ardından tüttürülen sigaraların dumanı kömür sobasıyla sımsıcak olmuş odayı geride kalan bir düş sahnesi olarak silikleştirir, elinde bir el sıcaklığıyla gecenin karanlığında beyinlerindeki tutkuyu, bedensel ateşi yaşayıp yurt kapısında tüketir, dinginleşir, bir ten temasıyla vedalaşırlardı.

Çöl sıcağı toprakların delikanlısı yakası kalkık paltosu, avucunda tuttuğu sigarasının ateşiyle düş odasından sonra silikleşmeyi bekleyerek geceye karışanların umarsız kaderi olurdu…

Kenarı parlak krom halkalı kara deliğe akan suyun helezonundan karışan beddualı aşk bu kadardı.

Bu aşk vardı ama hayatı kucaklayacak kadar uzun ve cömert değildi. Eti, canı, kanı, feri hiç olamamıştı.

Her ikisi için de baş döndürücüydü ama eli eteği o kadar, eğriti çivileri, yapışkanları, ataşları boldu. 

Tutundukları yerlerden bir bir koptular, tek tek döküldüler, yalım yalım söndüler, ferleri kaçtı. Su almış tekne farşları gibi bir bir çözüldüler.

Ne o, evine davet edildikleri koca şair, ne de o yakışıklı fırtınalı artist adamla, ‘Arkadaş’ın Melike’si şifa olmuştu onlara.

Kara delikten önce yakası kalkık paltosuyla sıcak toprakların yanık tenli Azem’i akıp giderken, eli ıslak yüzlü kızın elinden ayrıldı kaydı, parmakları tek tek çözüldü, sonra da kızın tüm bedeni…

Başını yana Zelha Ana’ya çevirdi korkuyla, soluğu daralarak. Ne çın çın anahtarlar ne kızıl saç örgü, ne şahmeran çintemani, ne altın köpek dişi, ne kenarı oyalı tülbent vardı şimdi. Kaybolup gitmişlerdi. 

Sıcak suyun buğusu aynayı hafiften buğulandırmaya başlamışken kendini gördü. Bakışları şaşkınlıkla yanağında taptaze beliren kırmızı kenarlı koyu yeşil lekeye takılıp kaldı. 

Pürüzsüz, ışıltılı yanak derisinde bir şark çıbanı peydahlanmıştı. Hem de tıpkı Zelha ananınkinin aynısından … 

Boynunda ise kara bağıyla Zelha’nın beddua muskası. Ömür boyu taşıyacaktı.