Bozdoğan Kemeri, Pantokrator Manastır Kilisesi (Zeyrek Cami) ve Fatih Cami’nin gölgelerinin düştüğü Fatih’te, tarihî bir semtte hayata "Merhaba," demiş. Sonra Kız Kulesi'nin üzerinde çığlık çığlığa uçuşan martılarla sohbet ederek ve o martıları bulutlarla konuşturarak büyüdü Üsküdar’da.
Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu. Avukatlık ve son yıllarda arabuluculuk yapıyor. Yıllar geçtikçe ve insana dair olanı gördükçe “HİKÂYE”den bir hayatta yaşadığımızı anladı. Bu “hikâyeden hayatın”, kendince hikâyesini yazmayı seviyor.

Bindim otobüse gittim Diyarbakır’a. Kısaca böyle. Ancak gelin bir de bana sorun!

 

Giderken yanımda Tuncelili bir arkadaş. Haydar.

 

Otobüs Harem’den hızla yola koyulmuş olsa da henüz eve yakınım, inecek var desem şoför otobüsü durdurur ve bavulumu alıp evime dönebilirim. Evet, yapabilirim.

 

Her yaz tatilinde anneanneme gitmek için otobüse bindiğimiz durağın önünden geçiyorduk. Geçiyoruz, geçiyor, geçtik dedim içimden. Haydar’a baktım, o da bana baktı. Üzülme dedi, nasılsa döneceksin… Ortalamamı yüksek tutturup buraya, yeniden! Bakalım. Kısmetse olur yani.

 

O yıl benim kader yılımdı. Sene başlar başlamaz daha ilk haftasında karlı bir ocak günü babamı aniden kaybettim. Ölümle ilk yüzleşmem. Ölenin giderken en yakınlarının hayatlarından birer çöp çekip götürdüğünü ve geride kalanların o çekilen çöpün boşluğunda uzunca bir süre debelendiğini anlamadan yaşamaya başladığım bir yıl. O boşluktan kaçmak için sığınacak yer, tutunacak dal olarak gördüğüm üniversite  sınavına hazırlandığım yıldı o yıl. Eğer bu kaybı yaşamamış olsam ne hukuk fakültesini kazanma ısrarım ne de bu Diyarbakır maceram olurdu. Zira Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş yıllarında babası gibi ailesinde birçok hukukçu ile büyümüş ve yaşamış olan babam asla ve kat’a hukuk okumamı istemiyordu. Beni bedbaht edecek bir mesleğe tevessül etmemden son derece muzdarip olduğunu kendince çeşitli yollar deneyerek anlatıyordu. “Gece yarısı kapına gelecekler, kocamla kavga ettim, kardeşim kız kaçırdı, yok öyle oldu, yok böyle. Dertlerini sana bırakıp gidecek rahat rahat uyuyacaklar. Sen o dertle yatıp kalkacaksın. Bedbaht olacaksın. Cevap: “Ama baba, ben dertli insanlara yardım etmeyi seviyorum. Rahat uyumayı istemiyorum.”

 

“Cevap mı bu, laf ola beri gele, senin hayattan haberin yok, kolay mı sanıyorsun” der  susar, sinirli sinirli kafa sallar, gazetesine gömülürdü. Başka bir gün bana göre yüz yıl önceymiş gibi gelen babasının mesleki hatıratından kendine göre en caydırıcı olabilecekleri seçer, “Bak neler yaşanıyor, insanlar kötü, korkmuyor musun? “diye sorardı. “Anlattıkların hiç de korkutucu değil, kendin söylüyorsun hayat zor ayrıca her meslek zor,” diye üste çıkmaya çalışırdım.

O yıllarda emekli olan babamın en önemli sosyalleşme şekli bankaya gitmekti. Maaşımı çektim, şu bankaya yatırdım, x bankası temettü dağıtıyor, faizler çok yükseldi, enflasyon da yüksek gibi konular yaşamının en ciddi konularıydı. Bankalarla bu denli teşrikimesai olunca, bir kadın için banka memuresi olmanın ne kadar popüler hale gelmiş olduğunu fark etmişti. Bankacı olmalıydım, bankacı… Tüm bu çabalar ani bir ölümle boşa gitti. Su aktı yolunu buldu.

 

Su akıp gitti de… Bu ses neyin nesi o zaman?

 

O ses var ya o ses… Kulağımda, Harem’den uzaklaştıkça telaşlanıyor. O telaşla hadi in, hadi otobüsü durdur dedikçe ben koltuğumundan kalkıp hızla geride kalan denizi ve denize düşen gökyüzünü ceplerime dolduruyorum. Ses telaşlı, ben telaşlı.

Otobüs Maltepe’ye vardı. Maltepe’de yolun kenarında devasa bir Atatürk heykeli vardı, o heykel benim için çocukluğumdan beri bir sınır taşıydı. Yaz tatilinden dönerken o heykeli görene kadar anneannem ve kuzenlerime geri dönelim diye salya sümük, saç baş dağılana kadar ağlardım. Heykeli geçer geçmez ses sustu. Sustu susmasına da söyleyecekleri bitmemişti… Adapazarı sapağında yine başladı. Sonra yine sustu. Sonra yine…

 

Şoförümüz, yola koyulduğumuzdan beri en bilinen arabesk şarkılarla doldurulmuş kasedi çevirip çevirip çalıyordu. Şimdi de, kederim yetmezmiş gibi Kibariye sahnedeydi!

 

Kimbilir bu gidişin dönüşü olacak mı?

Ah, nasıl yollarına bakacağım kimbilir.

 

Kimbilir!

 

Haydar aşağı doğru düşmüş kaşları, büzülmüş dudakları ile çaresizce bana bakarken yüzünün aldığı şekle gülesim geliyor ama ağlamanın coşkusundan vazgeçemiyordum. Kibariye “Kimbilir  kimbilir” diye inledikçe ben böğürerek ağlıyordum. Birkaç adam  bana bakıp bir şeyler homurdanıyordu. Koca sivilceli  muavin çocuk,  elinde  kolonya şişesi ile yanımızda bitti, istemsizce avuçlarımı açtım ve dökülen kolonyayı yüzüme sürmemle midemin kalkması bir oldu. Tütün kolonyası etkisi… Omzuma çapraz takıp kucağımdan bırakmadığım çantamdan 80’li yılların sembollerinden biri olan walkmenimi çıkardım, başımı cama dayayıp gözlerimi kapattım. Biraz hafiflemiştim sanki.

 

Otobüs ilk ihtiyaç molasını Bolu’da verdiğinde tomurcuklar vardı içimde, ne cins bir çiçek çıkacak kimse bilmezdi. Bekledim. İnmedim otobüsten.

 

Beklerken düşündüm. Bizim Haydar sessiz, mahcup bir Anadolu çocuğuydu. Bense kendi sınırları dışına ilk defa çıkan çokça bilmiş az biraz şımarığın tekiydim.

 

İki gün böyle geçecekti. Molalar, kirli tuvaletler, çaylar, pişmanlıklarım ile.

 

Otobüs Diyarbakır otogarına girdiğinde ise iki gün sonrasının öğlen saatleriydi. İner inmez asfalttan yüzüme bir sıcak çarptı sanki yazın tam ortasındaymışız gibi.

Sınav sonucu geldikten sonra hepimiz pürdikkat Diyarbakır’la ilgili tüm haberleri, özellikle hava durumunu takip eder olmuştuk. Havanın çok sıcak olduğunu biliyordum.

 

Bölgede son yıllarda gittikçe artan terör olayları zaman zaman gündem oluyordu. Mezra kelimesini ilk o zaman duyduk. Birkaç ay önce OHAL ilan edilmişti. Fakat ülkenin batısında yaşayan halk henüz olayları kavrayamamıştı.

 

Ansiklopedik bilgilere bayılan kuzenim o zamanki Google’ımız olan Meydan Larousse’tan Diyarbakır hakkında yazılanları okuyup, nüfusu kaç, ne yetişiyor, hangi maden çıkıyor biçiminde hepimizi aydınlatmıştı. Bu bilgilerden akılda kalan tek şey Diyarbakır’ın Güneydoğu Anadolu’nun en gelişmiş şehri olmasıydı. Hatta  anneannemi teselliye gelen bir akrabamızın subay eşi “Doğunun Parisi’dir, endişelenecek bir şey yok” demesi ile içleri ferahlatmıştı. Zaten bir yıl kalıp  gelecektim canım…

 

Herkes bir şey söylüyordu velhasıl… Doğunun Parisi’nin asfalttan yüzüme vuran sıcaklığı ise en gerçek bilgiydi! Otobüsten ayağımı atar atmaz o dakika test ettim. Haydar bavulları almak için bekliyordu. Bendeki ise devasa bir bavuldu. İçinde yok yoktu. Çarşaflar, dantelli havlular, pikelerden tutun da orada bulamam diye şampuanlar, deodorantlar, terlikler… Bu halde minibüse de binemedik elbette. O devasa bavulu hiçbir minibüs almadı, alamazdı. Haydar’la olan yolculuğumuzun da sonuna  gelmiştik. O Tunceli’ye geçti. Benimse yolum biraz daha çetrefildi.

Yurt için müracaat etmiştim ama bize bir haber gelmemişti. Bu yüzden birkaç gün Sibel Abla’da kaldım. Eşi savcı olan çok güzel bir kadındı Sibel Abla. Ondaki misafirliğimden sonra elimde koskoca bavulla, yalpalaya yalpalaya sokağın başından dönerek Kredi Yurtlar Kurumunun Ofis semtindeki kız öğrenci yurduna girdim.

 

Odaya girdiğimde dört ranza, sekiz dolap ve  üç – dört kişinin ancak ayakta durabileceği kadar bir yerle karşılaştım! Benim tombul bavul ortada kaldı elbette. İçinden çarşaflarımı çıkarttım. Önce müdüriyetin verdiği pembe çarşafları sonra da üzerine evden getirdiğim bembeyaz çarşaflarımı serdim. Odada kimse yoktu. Rahat rahat bir ağlama seansı düzenleyebilirdim ama bavul ortada kalmıştı ve dar ince dolaba bir şey sığmamıştı. Koridora çıkıp diğer odalara baktım, en sıkışık oda benimkiydi. Karnım acıkmıştı, torba içindeki bisküvilerden seçip yedim. Saat beşe gelmek üzereydi.

 

O zaman Halide sahneye girdi! Şarkı söyleyerek içeri giren topluca bir kızdı Halide. Akıcı bir konuşması, cıvıl cıvıl sesi vardı. Cin gibi bir şeydi ama çok renkli bir kişilikti. İki dakikada hangi yatakta kim yatıyor, nereli, nerede okuyor, her birinin huyunu suyunu anlatıverdi. O anlatırken oda sakinleri gelmeye başladı. Hoşgeldin beş gittin derken içlerinden biri pat diye “Sen neden geldin ki İstanbul’dan buraya” dedi.

 

O pat diye sorulan soru, bir uçurumun kıyısından buz gibi denize itiverdi beni.  Rahatlamıştım… O rahatlayışla, otobüs Harem’den yokuşu çıkmaya başladığında, kendime ait ne varsa gittikçe geride kalmaya başlamış, denizi ve gökyüzünü ceplerime doldurarak yola devam etmem gerektiğini anlamıştım.

 

Şimdi burada yedi kızla, sonra sıkça alay konusu yaptığımız beyaz çarşaflı yatağımdan ve o koca bavuldan kurtulup, birlikte uyuyup, birlikte uyanacağımız, birlikte kurallar koyup, koyulmuş kuralları kıracağımız, yemeğimizi, terliklerimizi paylaşacağımız yeni bir ben ile yeni bir hayata başlayacaktım.

 

Şimdi buradaydım işte. Hukuk okuyarak adalet peşinde koşacağım yıllara daha vardı; hukuktan ve adaletin geldiği yerden gına gelecek olan bana da… Şimdi ben, yeni bir ben olarak, burada, oda arkadaşlarımla karşılıklı sohbet ediyordum.

 

Not: Hukuk faslı bir sonraki sayıya